kkgizemm Gizem Kılıç

Geçmişin ve geleceğinin arasındaki savaş, kimliğin. Ardındaki gölge, ensendeki şüphe; saklı nefes. Gözün gördüğü, kulakların duyduğu; kör ve sağır kaldığın gerçek. Aklına mühür, bağcıklarındaki düğüm; geçmiş. Göğüs kafesinin altındaki et parçası, üç ana damarın beslediği ve büyüttüğü; aşk. Seçimlerin yarattığı, sonuçlarına katlandığın karanlık oyun. Aldatıldığın, bir yalanın peşinde koştuğun, acımasızlığın, korkunun sebebi; Zemheri. Ateş ya da barut. Karanlığın içerisinde, zifiri bir ışık. Kurşun kelimeler, cümleler. Dört odacık, üç ana damarın beslediği; kalp. Sana yalan. Sol el, mezarlık. Zemheriye kafa tutar, kardelen. Korkunun sancısı, karın boşluğunda sızlıyor. Kahramanlar, asıl hainler çıkıyor. Yalanlar, gerçek maskesini takıyor. Masallar, değiştiriliyor. Turna kuşu, tekneye yazılıyor. Pusula, geriye akıyor. En nihayetinde kartlar açılıyor, oyun son buluyor. Bu kitaptaki karakter ve olayların, gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tümü hayal ürünüdür. Göğüs Kafesi Mezarlığı; ZEMHERİ.


Yetişkin İçerik Sadece 18 yaş üstü için.

#türkçekitapönerisi #kitapönerisi #aksiyon #romantizm #aşk #göğüskafesimezarlığı #kkgizemm
2
2.9k GÖRÜNTÜLEME
Devam etmekte - Yeni bölüm Her 10 günde bir
okuma zamanı
AA Paylaş

GÖĞÜS KAFESİ MEZARLIĞI

Bu kitapta geçen karakter ve olayların, gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Tümü hayal ürünüdür.


GİRİŞ

Bölüm şarkıları;

Kartpostal hayaleti - Vera.

Çözemezsin - Dedublüman


Yeni bir ateş söndürür, başkasının yaktığını. Yeni bir acıyla hafifler, eski bir ağrı. Başın döndü mü, öbür yana döndür başını. Başkasının güçsüzlüğü ile iyileşir, umutsuz keder. Gözlerine yeni bir zehir bul ki, yok etsin ötekinin zehrini
- William Shakespeare.

İstanbul, 23.23

29.09.2020

Ruhlarımıza giydirdiğimiz karakterlerimiz, bir kıyafetten farksızdır aslında. Kim olduğumuzu, kim olacağımızı ve en nihayetinde kime dönüşeceğimize karar verdiğimiz an'da başlar bu kıyafetin içine geçirdiğimiz iğneyle olan savaşımız. Her bir düğümde, bir başka duyguya yer veririz o kıyafette. Siyah da olsa, beyaz bir kumaş parçası da olsa; önünde sonunda griye dönüşeceğini bildiğimizdendir bu savaşımız.

İlk adımı atmadan önce, düştüğümüz her seferinde tenimize işlediğimiz izler gibi.

Burada sorulması gereken soru, iğnenin ucundaki ipin hangisi olacağı. İki şık değildir önündeki ya da silip yerini yenisine bırakabileceğin bir seçenek...

Bir ip seç, iğneye geçir, kumaşı dikmeye başla; Geri alamayacağını bil.

İzi kalır.

Şimdi tekrar düşün, ilk hangi ipi geçireceksin o iğneye?

Tercihlerimiz bize her seferinde bir ders verir, bunu çocukluğumdan bilirim. Duyduğum ve gördüklerimden dolayı da değil sadece. Okuduklarım, yaşadıklarımdan dolayı da bilirim bu gerçeği. Tercihlerim, bana her seferinde bir şey katmıştır.

Girdiğim bir yol, çıkmazsa eğer; ikinci bir kere girmem o sokağa. Çocukluktan geliyor bu durum, eğer ikinci bir defa o sokağa giriyorsam; bir çıkar yolu bulmuşum demektir. Yoksa çıkmaza düşmenin hiçbir anlamı yoktur.

Bütün bunlar, nefes alabildiğin sürece mümkündür. Nefes almayı bıraktığın an, üç ana damarın beslediği kalp durur ve eğer geri döndürülemezse bir süre sonra beyin işlevini yapamaz; sonucuysa ölüm olur. Kalp işlevine geri dönebilse de, beyin ölümü gerçekleşmiş bir insanı hayata döndürmek imkansızdır.

Peki ya, koma hali?...

Birkaç gün önce...

Göğüs kafesinin altındaki boşluk sıkıntıyla dolup, taşarken; üç ana damarın beslediği kalbin o kafeste parçalanacağına inanıyordu genç kadın. Bütün bunlar saniyeler içerisine gerçekleşecek ve ne olup bitiğini bile anlayamadan son nefesini bahşedecekti gökyüzüne. Yıldızlar beni de karşılar mıydı, annemi ve babamı karşıladıkları gibi... Diye geçirdi içinden.

Emin değildi.

Yokuş aşağıya düşüyordu, hayatı. Hayatlar.

Genç Kadın merdivenleri hızlı bir şekilde çıkıyordu, elini göğsünün üzerine bastırdığı sırada aldığı nefesler canını sıkıyordu. Gün neredeyse bitiyordu ve genç kadın saatlerdir çalışmanın verdiği yorgunluğu, nöbetinin son saatlerinde çok daha derinden hissediyordu. Kaldı ki beklediği bir haber vardı ve o haber gecikmeden kendisine ulaşmalıydı.

Merdivenlerden inen tanıdık yüzü görmesiyle duraksadı, "Ölüm getiren bir..." Bu hastane arkadaşı tarafından asistanlara takılan hitaptı. "Seni asistan odasında bekliyor. Beş dakika içerisinde yanına ışınlanmazsan seni yeşil bölgeye gönderir, kırmızı bölgeyi izlemene dahi izin vermezmiş. Bu mesajı bana kim ileti hiç sorma, ben bile titredim. Şu tüylerime baksana," Dedi Deniz, kolunu açarak tenini göstermişti.

Deniz.

Adı gibi gözleri, koyu kumral saçları vardı. Yüzünde yorgunluk belirtisi aradığı sırada buna dair tek bir iz bulamamıştı, hatta sevindiği bir haber almış gibi mutlu duruyordu Deniz.

Tıp fakültesi altıncı sınıftı. Ve Genç kadının hemşirelik yaptığı hastanede, arkadaşı İntern'dü. "Ürperdim." Diye fısıldadı Genç Kadına yaklaşarak, ardından gülümsedi ve elini Genç Kadının omzuna yerleştirdi. "Seni Allah mı kurtarır, beyaz atlı prens mi yoksa kara şövalye mi bilmem ama... beni kurtaran asistanımın yanına ışınlanıyorum şu an, katılacağı ameliyatı izlememe izin verdi." Dedi Deniz, göz kırparak.

Gazal nefesini seslice boşluğa bıraktı, Deniz bu konuda şanslıydı. Şimdiye kadar birçok ameliyatı izleme fırsatı bulmuştu, tabii bunun için ekstra çalışmaları da olmuştu. "Anladım. Anladım. Yine hayat, sana en güzel yerden el çırpıyor." Dedi Genç Kadın yorgun çıkan ses tonuyla, saçlarından düşen tutamları kulaklarının arkasına sıkıştırdı. "Daha fazla asistanı bekletirsem selamın okunacağına inanıyorum, sen de git, git..."

Deniz güldü, küçük bir kahkaha attı, "Sen de iyice Sezen Aksu'ya bağladın, şurada gitme diye de bağır, bak o zaman kim okuyor selanı." Dedi alaylı bir tavırla, her ikisi de gülmüştü.

Vedalaştıkları sırada Genç Kadın hızlı adımlarla arkadaşının yanından ayrılmıştı. Asansör kullanmak yerine merdivenleri tercih etmiş ve nihayetinde dört dakika kırk sekiz saniyenin sonunda odanın kapısını tıklatmıştı ve yanıt gelmesini beklemeden kapıyı açarak içeri girmişti. Gözleri boş odanın içerisinde gezindi bir süre, kendisini çağırdığı halde içeride olmayan asistanına kızmak gibi bir şansı yoktu. Bu yüzden bütün kelimelerini yutmuş, odanın içerisinde beklemeye başlamıştı. Telefonundan saatini kontrol ediyor, dakikaları sayıyordu.

Neredeyse yirmi dakika boyunca beklemişti asistan odasında, bu süre uzamaya devam ettikçe Genç Kadın öfkeleniyordu. Daha fazla bekleyememiş, odadan çıkmıştı. Kalabalık koridordan ilerlerken tanıdık hemşirelerden birine sormuştu asistanın nerede olduğunu, aldığı yanıtsa içinde yanan öfke ateşini biraz daha harlamıştı. Kuruyan dudaklarını yalamış, birbirine bastırmış ve başını ağır ağır sallarken elini ve yüzünü yıkamak için tuvalete girmişti.

Asistanının ilgilenmesi gereken bir hasta için çıktığını, daha sonra onu görmesi gerektiğini öğrenirken kimseye bunun için kızmayacağının bilincindeydi Genç Kadın. Kaldı ki bu hastaneye geleli dört ay kadar olmuştu, burada yeni sayılırdı. Bunun da verdiği bir geride durma hissi vardı.

Tuvalete girdiği sırada kabinin içerisinden duyduğu sese kulak kesilmişti. "Gördün sen de değil mi?" Dedi içerideki kişi, ince sesli ve sesine yansıyan bir sitem vardı. "Hastaneyi bastılar resmen!" Genç Kadın duydukları karşısında kaşlarını çattı, "Barbar bunlar, barbar! bir de silahım ruhsatlı diyor yüzüme baka baka. E be geri zekâlı! Ben o ruhsatlı dediğin silahın açtığı hasarı dikmek için son nefesimi harcayayım, sen gel ne idiği belirsiz herif, silahını bana doğrult!" Dedi öfkeli Kadın, sesi titriyordu ve çatallı çıkmıştı.

Genç Kadın sifonu çekti, kilitlediği kapıyı açtı ve lavaboya doğru yöneldi. İki Kadın doktor. Birinin gözleri sulanmış ve yüzüne öfke yansımış, ötekininse saf endişe vardı yüzünde. Korkusu, yüzüne düşen endişeden anlaşılabiliyordu. "Allah'ım ya, herkesin eline silah verilirse olacağı buydu!" Dediği sırada onun da meslek arkadaşından farkı yoktu. "İyi misin sen? bir şey olmadı sana ya?" Diye sordu yanındaki meslektaşı, gözyaşlarını silerken başını iki yanına doğru salladı.

"Bana olmadı, ben iyiyim. Ama biri vardı, silahı adamın elinden alan. Bıçak çıkarınca, harbede yaşandı o an. Bilmiyorum. Ona bir şey oldu galiba. Arkasından baktım da, bulamadım. Çıkmış hastaneden galiba. Bilmiyorum." Dedi Kadın Doktor, ellini ve yüzünü yıkarken soluk alışveriş yavaşça düzene giriyordu.

"Yaralandı mı?" Diye sordu arkadaşı, olumlu anlamda başını ağır ağır salladı. "Burada bir yerdedir, yaralandıysa. Bakmamız gerekir. Yardım etmiş bir de sana. Ben bizimkilere sordururum, ilgilenir ila biri onunla. Sen kendini düşün, şu haline bak, bütün gün nöbetteydin bir de sen. Gerçekten bunu hakketmiyoruz." Dedi arkadaşı dert yakınarak, aynada gözleri kesişmişti üç Kadının.

"Geçmiş olsun." Diye mırıldandı Gazal, Kadın Doktoru daha önce görmüştü ve yakın olmasalar da birkaç kez sohbet etmişlerdi.

"Keşke gerçekten geçse ya Gazal, gerçekten geçmiş olsa bütün bunlar. Daha geçen ay okuduk haberlerde, doktorun nefesini kesen caniyi. Sanki hiç yokmuş gibi, sanki hiç bunlar yaşanmıyormuş gibi. Bir de geliyor tehditler savuruyor. Hayır, yani..." Dedi Kadın es vererek, nefesini tutmuş ve gözlerini yummuştu. "Biz bu insanların yaşamaları için canımız ortaya koyalım, onlarsa kendilerince adalet dedikleri canavarlığı desteklesin. Olacak iş değil ki." Dedi Kadın, Gazal yanağının içini dişlerken başını katılır şekilde salladı.

"Kim demiştin?... Sana yardımcı olan kişi?" Diye sordu Gazal, ellerini kâğıt havluyla kuruttu ve peçeteyi çöpe attı.

"Bilmiyorum." Diye mırıldandı, Gazal Kadın Doktora yüzünü dönmeden çatmıştı kaşlarını.

"Yaralandığını söylediğim halde, sorun olmadığını söyledi ve gözden kayboldu." Diye ekledi açıklayıcı olabilmek için, Gazal başını anladığını belirtir şekilde sallarken kuruyan dudaklarını yaladı ve ikisine de selam vererek tuvaletten çıktı.

Koridora bakınıyordu, kendisini çağıran ölüm getireni hala göremiyordu. Gözleri koridorda gezinirken sağa dönecekti ki, biriyle çarpıştı ve çarpışmanın etkisiyle geriye doğru savruldu.

"Kusura bakmayın." Dedi kısık bir sesle, küçük bir sızı belirmişti alnının üzerinde. Elini alnına yasladı, ovuşturdu ve karşındaki adama bakmak için başını yavaşça kaldırdı.

Uzun boylu, geniş omuzlu biriydi. Yüzü tanıdıktı. Fazlasıyla tanıdık. Genç Kadının zihnini zorlamasına gerek kalmamıştı, karşısındaki adamı tanıyordu. Abisi gibi, boksördü. Başarılı olduğunu herkesten duymuştu, daha önce hiç adını internetten aratmasa da hakkında spesifik olan her şeyi çevresinden dolayı biliyordu.

İçine kesik bir nefes doldurdu, ardından elini alnından çekti ve ateş parıltısı gözlerini bir an olsun üzerinden çekmeyen adama bakmayı sürdürdü. Genç Kadın zorlukla yutkunurken karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya bir son verdi. Gözlerini kaçırmış ve hemen ilerisinde ellerindeki dosyalarla ilerleyen doktorlara bakmıştı. Asistanı aralarında değildi.

Gözleri yavaşça karşısındaki adamın yüzüne döneceği sırada üzerindeki ceketin omzundaki kesiğe dikkat kesildi, kuruyan dudaklarını yalarken başını hafifçe omzuna doğru yasladı ve sağ omzundaki kumaş kesiğine baktı. Tuvaletteki doktorun bahsettiği adam, karşısındaydı. Yaralanmıştı. Ve bunu umursuyor gibi durmuyordu.

"Yaralısınız," Diye mırıldandı Genç Kadın kuruyan dudaklarını ıslatırken. "İlgilenilmesi gerekiyor," Mırıltısının sonunda elini koluna doğru uzatmıştı, fakat dokunmamıştı. "Mikrop kapabilir." Dedi ekleyerek, sesinde yersiz bir endişe belirmişti.

Karşısındaki adam kaşlarını hafifçe çatsa da, yüzündeki ifadesizliği koruyabilmişti. "Sorun değil." Dedi tok bir ses tonuyla, tavrı kendinden emin duruyordu. Gözleri Genç Kadının gözlerinden çekilmiş ve biraz önce çarptığı için alnına dökülen birkaç tutam saç teline çevrilmişti.

"Ne kadar derin kesildiği bile belli değil," Dedi Genç Kadın, "Dikiş atılması gerekebilir." Diye ekledi kararlı ses tonuyla, karşısındaki adamın dirseğine dokunacağı sırada duraksamış ve yutkunmuştu. "Gelin benimle." Diye ekledi ilerideki hasta odasını işaret ederek, arkasından geldiğinden emin olduğunda, ilerledi ve odaya girdi.

Genç adam odayı incelemiş, ardından içeriye geçmişti. Gözleri Genç Kadının üzerine çevrildiğinde plastik eldivenleri eline geçirdiğini görmüştü.

Genç Kadın omzunun üzerinden yüzüne döndü, gözlerinin kesişmesine izin verdi. "Üzerinizdekini çıkartabilir misiniz?" Dedi, eldivenle işi bittiğinde çekmecelerin üzerine yerleştirilmiş araçlara baktı ve dikiş için malzemeleri hazırlarken bir yandan da lokal anestezi için hazırlığını yapmış ve genç adama yüzünü dönmüştü.

Üzerindeki ceketi çıkartmıştı genç adam, ardından siyah tişörtünü çıkartmak için hareketlendiği sırada tek eliyle boğazından kavradığı kazağı çok çabuk bir şekilde bedeninden ayırmıştı. Bacakları yere değerken sedyeye yan bir şekilde oturmuştu. Sırtı Genç Kadına dönük olsa da, omzunun üzerinden ne yaptığıyla ilgilenmişti bir süre.

Gözleri tekrar kesişirken Genç Kadının elindeki iğneye baktı, iğneyi işaret etti. "Gerek yok uyuşturmana." Diye mırıldandı önüne dönerken, gözleri saniyelik olarak yarasına değdiğinde biraz önce uğraştığı adamın tavrını hatırlamış, tekrar sinirlenmişti. Bir Doktora, aynı zamanda bir Kadına söylediği kelimeler ve tehditler hatırladıkça genç adamın içinde yatırdığı öfkesini uyandırıyordu.

Genç Kadın bu sırada adamın sırtındaki yara izlerine baktı, eski olduğu bariz ortadaydı. Sırtı yara izleriyle kaplıydı. Sadece kesikler değil, kurşun yarası olduğunu anlayacak kadar o yaraya maruz kalmıştı genç kadın. Bu sayede kurşun yarasını tanıyordu. Biliyordu.

Sırtındaki dövmelere baktığı sırada uzun uzun incelememesi gerektiğini biliyordu, en belirgin ve anlaşılan dövmesi kanatlarını iki yanına doğru açmış kuştu. İnce işlenmişti, fazlasıyla belirgin olan kuş dövmesi hemen ensesindeydi ve sırtının küçük bir kısmını kaplamıştı.

Sol omzuna yakın duran dövmeye baktığı sırada sembollerin bir anlamı olup olmadığını merak etti, çember ve hilal, bir anlamı olmalıydı ki çemberin içerisindeki üç noktayı da seçebiliyordu.

Gözlerini yaralarına çevirdiği an, dövüştüğü için diye düşündü genç kadın. Bütün bu yaralar sadece dövüştüğü için olmamalıydı, fakat sormadı.

Genç adamın söyledikleri elindeki iğneye bakmasına neden olmuştu. Uyuşturulmadan dikilmesini istiyordu yarasını. Genç Kadın yine sormadı, iğneyi çekmecenin üzerine bıraktı, elinde dikiş malzemeleriyle sedyeye doğru ilerledi ve yan bir şekilde oturarak hemen önünde oturan genç adamın yarasıyla ilgilendi.

Öncesinde yarayı temizlemiş ve dikmek için hazırlığını bitirmişti. "Dikiş atacağım." Dedi mırıltıyla, uyuşturulmadığından bölgeye geçirilecek olan her bir sızıyı hissedecekti.

Genç adam başını salladı. "Anladım." Dedi sakin bir ses tonuyla, Genç Kadın sırtındaki yaralara bakmış ve ardından derin bir nefes alırken alt dudağını dişlemişti.

Sormayacaktım. Sormamalıydım... "Nasıl oldu bu?" Diye sordu sakin bir ses tonuyla Genç Kadın, amacı hastanın dikkatini başka bir yöne vermekti ve hissedeceği acıyı aza indirgemekti. Lokal anesteziyi kabul etmemişti, bu durumu garipsese de bir yorumda bulunmamıştı.

"Önemsiz bir yara, anlatılmaya değer görmediğim bir hikâyesi var." Diye mırıldandı genç adam, tenine geçirdiği iğneyi gözleriyle takip ederken yutkunmuştu genç kadın. Gözleri saniyelik olarak sırtındaki yaralara ve kurşun yarasına kayarken ensesinin altındaki kuş dövmesine ve sağ omzunun üzerine denk düşen sembole değmişti. Fakat dikkatini çabuk toparlamış, işini devam ettirmişti.

"Sizin için, her yaranın bir hikayesi mi olur?" Diye sordu Genç Kadın bu kez, yara tahmininden daha derin değildi. Bu yüzden işini hızlı bitirecek ve yarayı kapatacaktı.

"Her yaranın, bir hikayesi vardır." Diye mırıldandığı sırada Genç Kadın kaşlarını çatmıştı, acıyı hissetmiyor muydu? Neden tepki vermiyordu? Nasıl oluyordu da bölgeyi uyuşturmadığı halde hala sakin ve sanki koluna iğne geçirmiyormuş gibi durabiliyordu? Genç Kadını kelimeleri değil, bu soğuk ve kaya gibi sert duran ifadesi şaşırtıyordu.

Her yaranın, bir hikayesi vardır.

"Senin için ne kadar derin olduğu önemliyse, benim için yaranın hikayesinden çok; yarayı veren kişi önemlidir. Asıl kalıcı olan iz değil, unutulamamasını sağlayan yara sahibidir." Dedi genç adam, sesinin tonu farklıydı. Garip bir sıcaklığı vardı. Teninin üzerinden yükselen ısı gibi, buz gibi parmaklarına zıt düşüyordu yarasını diktiği adamın vücut ısısı.

"Polis misin?" Diye sordu Genç kadın, gerçeklerden habersiz davranıyordu. Boksör olduğunu adamdan duymak istiyordu.

"Dövüşüyorum." Dedi genç adam, tok bir ses tonuyla.

Genç kadın başını kaldırdı, gözlerini teninde hissettiği adamın ateş parıltısı gözlerine baktı. Gür kirpiklerinin çevrelediği gözleri, tenini yakıyordu. "Anlamadım?" Dedi gergin bir ses tonuyla genç kadın, devam etmesini bekledi.

"Boksörüm." Dediği sırada sesi kendinden fazlasıyla emin, kaya kadar sert bir tınıyla döküldü.

Genç kadının ifadesinde mimik oynamadı, birkaç saniye boyunca adamın gözlerine baktı ve kesik bir nefes eşliğinde sutür atma işine döndü. "Canın yanmıyor mu?" Diye sordu genç kadın dayanamayarak, aslında sormak istediği çok fazla soru olsa da, önceliği merak ettiği ilk soruya vermişti.

Abisi de boksördü. Bir insanın neden dövüşmeyi seçtiğini öğrenmek istiyordu. Zevk mi alıyordu karşındaki rakibin kırılan kemik seslerini duyduğunda? Bir kum torbası mı görüyordu karşısındaki insan bedeninde? Ringe çıkınca ne hissediyordu mesela? Onca insan bağırıyordu adını, onca tezahürat yapılıyordu, ne hissediyordu bütün bunların karşısında? En basitinden, bir insan neden boksu seçerdi ki? Abisi seçmişti. Neden seçmişti?

Başını iki yanına doğru salladı genç adam, eliyle ensesini ovuştururken genç kızın gözleri uzun ince ve damarları belirgin parmaklarına çevrildi.

"Ringde hissettiğin kadar değil mi?" Dedi genç kadın bir tahminde bulunmak isteğiyle, kuruyan dudaklarını ıslatmıştı.

"Aksine, o kadar çok yandı ki..." Dedi yorgun bir sesle genç adam, iç çekmişti sessizce. "Artık hissedemiyorum..." Diye eklemiş ve cümlesini tamamlamıştı. Sesi fısıltıdan farksızdı. Sanki daha çok, kendisiyle konuşuyordu.

"O zaman dövüşmeyi bırak," Dedi genç kadın, işini bitirdiği sırada gazlı bezi paketinden çıkartıyordu. "Canını yaktığının farkındasın, bunun farkında olduğun halde dövüşecek kadar mı bağlısın ringe?" Gözleri gazlı bezden ayrıldı, yarasına dikiş attığı adama çevrildi ve gözlerinde gördüğü alevleri izledi.

"Boks, yaşadığım tek saha." Dediği sırada yutkundu genç kadın.

Genç adam omzunun üzerinden yarasına baktı ve ardından gözleri genç kadının yüzünü buldu.

Gözlerini yaraya çevirmiş ve başını hafifçe eğmişti genç kadın. Gür kirpiklerini, güneşi anımsatan gözlerini, elmacık kemiklerini, burnunu, kalın dudaklarını, belirgin sus çizgisini ve çene hattını inceledi. Gözleri dudağının altındaki siyah noktaya kaydı, belirgin bir beni vardı ve aynı ben sağ gözünün altında, şakaklarının üzerinde de bulunuyordu. Koyu kahveydi saçları, başını eğdiği için önüne dökülmüştü birkaç tutamı.

Görmeyi reddettiği her şeydi.

Genç kız kirpiklerinin üzerinden baktı, karşılaştığı ateş parıltısı gözler yutkunmasına sebep olurken başını kaldırdı ve yarayı küçük bantlar aracılığıyla sarmaya başladı.

"Bağlılıksa bu dediğin, ki öyle." Dedi lafa girerek genç adam, "Benim için de, bağlı olduğum gerçeklerden biri." Diye eklerken içine bir nefes çekti, genç kadın gözlerini kaçırırken tepkisiz kaldı ve eldivenlerini çıkarırken yaraya baktı.

"Neden boks?" Dedi bu kez genç kadın, işini yapmayı saniyelik bıraktı ve tamamen adama çevirdi bakışlarını. "Öfkeni mi kusuyorsun ringde? Yoksa karşındakinin ağzını yüzünü dağıtmaktan zevk mi alıyorsun? Yaralandığın halde devam ediyorsan, belki de sadece self injury geçiren bir hastasındır." Baskın ses tonu adamın dikkatini çekmişti, yüzündeki kaya gibi sert olan ifade saniyelik değişirken kaşlarında düşünce dolu bir çatılma oldu.

"Hangisisin sen?" Diye sordu genç kadın, karşındaki adamdan bir cevap bekledi. Gözeri birkaç saniye boyunca hiç ayrılmamıştı birbirlerinden, genç kadın gözlerini kaçırmak istese de karşındaki çekim öyle kuvvetliydi ki başını çevirememiş ya da çekip gidememişti.

Cevap vermedi.

Genç kız öfkeliydi, fakat bu öfkesi en çok kendisineydi. Abisinin seçtiği yoldan nefret ediyordu her şeyiyle, hatırlattıkları ve hissettirdikleri en çok kendisine zarardı. Abisine engel olmak istemişti, çok kez dönmesini istediğini yazan mesajlar göndermişti. Aramaya kalkmıştı, birçok kez numarasını engellemişti abisi. Fakat direnmişti, abisine ulaşmak için birçok şey yapmıştı. Sonucuysa, koca bir boşluktu.

Abisi hala o ringde kan tükürüyor, galip oluyor, paralar kazanıyordu. Hayali bu diyordu genç kadın bazen. Bunu istiyordu ve elde etti diye düşünüyordu. Fakat kendisine engel olamıyor, abisinin bedenine ve ruhuna aldığı yaraları düşünüyordu.

Kabul edemiyordu.

İçine derin bir nefes çekmiş ve sedyeden kalkmıştı, gözlerini kaçırmış ve sırtını dönmüştü genç adama. "Bitti," Diye mırıldandı sesini bulabildiği sırada. "Çıkabilirsiniz." Dedi ekleyerek, elindeki malzeme kutusunu çekmecenin üzerine yerleştirdi ve eldivenleri çöpe atarken yerine koyması gereken malzemeleri dolaplarına yerleştirmeye başlamıştı.

"Boksta akıl, öfkeden önce gelir." Diye mırıldandı bu sırada adam, genç kadın yutkunurken dolabın kapağını kapatmadı ve bekledi. Sorduğu sorunun cevabını yeni alıyordu, cevap vermeyeceğini düşünmüştü genç adamın fakat veriyordu.

"İnsanların geneli boksun öfke sporu olduğundan bahseder, bu herkes tarafından kabul görmüş bir varsayımdır." Dediği sırada genç kız dolabın kapağını kapattı, yüzünü genç adama döndüğü sırada üzerine geçiriyordu kıyafetini.

"Ama bana göre değil..." Dedi tok bir ses tonuyla, tişörtünü düzeltirken gözleri saniyelik olarak vücudunda gezinmişti. "Çünkü işin içine öfke dahil olduğunda, akıl görevini yapamaz ve sana sadece mağlubiyet getirir. Sadece öfkesiyle dövüşen insan uzun vadede işe yaramaz, bir süre sonraysa o ringde can verir. Akılla yarışa girmiş öfke, bir hiçtir." Dedi ceketini alırken, gözleri saniyelik olarak genç kadının yüzüne, gözlerine çevrildi.

Akılla yarışa girmiş öfke, bir hiçtir.

"Hangisi olduğuma, sen karar ver." Dedi sakin bir ses tonuyla, ceketini giyinmek yerine eline almıştı. Genç kadın bunu beklemiyordu, elleri iki yanına düşerken gergin bir tavırla yutkundu. "Belki bir gün, o cevabı senden alırım." Dediği sırada gözlerine bakmaya devam etti, ardından başıyla selam verdi ve sırtını yüzüne tamamen döndü.

Genç kadının aldığı nefes boğazını yaktı, "Ne için hastaneye gelmiştiniz?" Diye sordu genç adama odadan çıkmadan önce. Bir hastalığı ya da başka bir sebebi var mı, bilmek istiyordu genç kadın. "Duyduğum kadarıyla aşağıda, birine haddini bildirmişsiniz. İşiniz olmadığı halde mi hastanedeydiniz? Yoksa denk mi geldiniz?" Diye sordu tereddütle genç kadın.

Cevabı almak istiyordu.

Neden buradaydı? Sonuçta bu gece yarısı maçı vardı, abisiyle çıkacaktı o ringe. Saatler kalmıştı, belki de dakikalar. Neden hala yüzüne bakıyor, neden hala gitmiyordu? Cevap mı verecekti? Genç kadın doğru cevabı alabileceğini sanmıyordu.

Abisinin rakibiydi karşındaki adam, yüzünde hiçbir duygu barındırmayan biriydi. Kaya gibi sertti ifadesi, sözleri ve duruşuyla attığı adımın sağlam oluğunun farkındaydı.

Ve... Sadece öfkesiyle dövüşen insan uzun vadede işe yaramaz, bir süre sonraysa o ringde can verir, demişti. Kendinin sadece öfkesiyle dövüşmediğinin farkındaydı genç kadın, onun gözlerindeki eminliğin sebebi aklına güveniyor olmasıydı.

Abisi nasıldı, sadece öfkesiyle mi dövüşüyordu?

"Öylesine." Diye mırıldandı genç adam sorusunu, geçiştirdiği bariz belliydi. İçine bir nefes doldururken, "Sorgun bittiyse, çıkabilir miyim? Yetişmem gereken bir maçım var." Dediği sırada genç kadın dişlerini birbirine bastırmıştı, başını ağır ağır sallarken eliyle kapıyı işaret etmişti.

Genç kız bir süre nefesini kontrol etmişti odanın içerisinde, göğüs kafesinin tıkandığını hissettiği her saniye genzi yanmış ve göğüs kafesinin altındaki et parçasının işlevini yapamadığını düşünmüştü. Elini göğsüne yasladığı sırada içine büyük bir nefes doldurmaya çalıştı, fakat düşünceleri buna izin vermiyordu. Göğsü her saniyede çok daha güçlü bir acıyla sızlıyordu.

Cama doğru ilerlediği sırada tek istediği nefes alabilmekti, soğuk havanın yüzüne çarpmasına izin verdiği saniyeler içerisinde ellerini iki yana doğru yaslarken başını gökyüzüne çevirmişti. Yüzüne soğuk rüzgâr çarpıyordu, saçları omzunun altında savrulurken gözlerini yummuş ve derin bir nefes almıştı. Nefesi yavaşça kontrole girerken beyaz önlüğünün içinde telefonu titredi.

Genç kadın nefesini seslice boşluğa bıraktı, omuzları düşerken elini cebine yerleştirdi ve telefonunun ekranını kontrol etti. Bilinmeyen numaradan gelen sesli mesaja çatık kaşlarıyla baktı, yutkunurken cama sırtını verdi ve bildirimin üzerine tıklayarak mesajın düştüğü ekrana yöneldi.

Bilinmeyen numaradan gelen bir ses kaydı vardı, yirmi üç saniyelik bir kayıttı. Ellerini saçlarına geçirdi ve önüne düşen saç tutamlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Gözleri öncesinde boş odanın içinde gezindi, ardından mesaja çevrildi.

İçinde yanan ateşi görmezden gelemiyordu, yanağının içini dişlerken aklında tek bir isim vardı. Abi?

Gözleri telefonun üzerindeki dijital saate kaydı, saat tam gece yarısıydı.

Doğum günüydü.

Parmakları titrerken ekranın üzerine dokundu ve sesli mesajın açılmasına sağladı. Saniyeler akarken bir nefes sesi duyuldu, iç geçirmişti karşıdaki kişi. Odanın içerisini doldurmuştu sanki tanıdık olan o nefes sesi. Nefes sesinin sahibini, üzerinden yıllar geçse de tanırdı. Gözleri anında sulanırken, görüş alanı bulanıklaştı ve sesli mesajdan dolayı duyulan iç çekiş sessi genç kadının göz yaşının ekranın üzerine düşmesine neden oldu.

Göğüs kafesinin altındaki et parçası sıkışmıştı.

"... Doğum günün kutlu olsun, Ceylan yavrusu, ayaklı kasırga."

Tanıdık ses öncesinde odanın içerisinde, ardından genç kadının zihninde yankılandı. Hissettirdiklerine kelime bulmak imkansızdı onun için, gözlerinden akan yaşlar telefonunun ekranına dökülüyordu.

Yıllar sonra duyduğu tanıdık ses, abisine aitti.

Bilinmeyen numaradan gönderdiği mesaj, ruhunda açılan yaraları sarmamıştı. Kalbi acıyordu genç kadının, bunu geçirebilmek için eğitim almış olsa da hissettiklerini dindirebilecek ilaçların işe yarayacağını düşünmüyordu.

Bilinmeyen numaradan gönderilen mesaj abisine aitti, sesli mesaja gece yarısı atılmıştı. Unutmamış, diye düşündü genç kadın. Burnunu sessizce çektiği sırada dizlerinin tutmadığının düşüncesiyle zemine çöktü, sırtını duvara yasladı ve dizlerini karnına kadar çekerek sesli mesajı başa sardı.

"... Doğum günün kutlu olsun, Ceylan yavrusu, ayaklı kasırga."

Genç kız ses kaydını tekrar açıyor, yanaklarının üzerine akan tuzlu gözyaşlarını siliyordu.

Artık, yirmi altı. On yedi değil.

...Koma hali.

Komadaki bireyler, ağrılı uyaranlara, ışık ya da sese tepki veremezler. Kişiler, normal hayat döngüsünden yoksundur ve kişi kendi isteğiyle eylem başlatamaz. Komadaki bireye komatöz denir. Bilinç kaybının en ileri halidir.

En yalın haliyle, uzun süreli bilinç kaybına koma denir. Uyanamama durumu. Benimse derdim, uyuyamamaklaydı.

O gecenin üzerinden geçen, yetmiş iki saatti ve bu 4320 dakika yapıyordu. Uyuyamıyordum. Abim uyanamazken, benim uyumam imkansızlaşmıştı. Aklımda dönüp duruyordu kelimeleri, dakikalar önce telefonum kapanmamış olsaydı, hala dinleyecektim gönderdiği sesli mesajı. Günlerdir mesajı dinliyordum, sürekli ve bıkmadan ve bir umut abim gözlerini açar diye düşünüyordum. Aklıma hissettiğim kaosu geçiremiyordum, içine düştüğüm enkazın yaydığı kara dumanlar kaplamıştı sanki etrafımı ve görüş alanımı kısıtlıyor; görmemi engelliyordu.

Doğum günümün üzerinden dört gün geçmişti, o gecenin üzerinden dört koca gün geçmişti. Ve ben hala aynı yerde, aynı şekilde oturuyordum. Abimin derin uykuda yattığı oda çaprazımda kalıyor, camdan görmem izin verseler de içeriye henüz girmeme izin vermemişlerdi. Abimin elini tutmak istiyordum. Fakat görünen o ki, bunu henüz yapamayacaktım.

Telefonumu açmam gerekiyor.

Şarjım bitmişti.

Mesajı dinleyemiyordum.

Koridora bakındığım sırada birkaç hemşire ve hasta görmüştüm, herkes işini yapıyordu. Hasta yakınlarının oturması için yerleştirilmiş banklardan birinde küçük bir kız çocuğu oturuyordu, yanındaki sandalyeye oyuncak ayı yerleştirmişti ve gözleri çaprazında kalan odaya çevrilmişti, muhtemelen içerideki hastayı tanıyordu. Derin uykuda yatan kişi her kimse, küçük kızın ailesinden olmalıydı.

Gözlerimi kaçırdım, kuruyan dudaklarımı yaladığım ve etrafa bakınmaya devam ettim. Bunu sık yapıyordum, benim için hayat durmuş gibiydi ve son günlerde yaptığım tek şey abimin derin uykuya daldığı odanın kapısının önünde durarak tedaviye yanıt vermesini ummaktı. Birkaç test yapılmıştı abime, bütün bunların hepsinden gelecek sonucu bekliyordum.

Bir tek abim kaldı.

Bir tek abim kaldı, onu da almalarına izin veremezdim.

O geceden sonra işler hiç iyiye gitmiyordu, her şey birer kabustu sanki. Bir türlü bitmek bilmiyordu kâbus, dakikalar önce abimden aldığım doğum günü mesajını döngüye alarak dinlediğim gibi... Kâbus, bir türlü bitmek bilmiyordu. Uyanmayı başaramıyorduk her ikimiz de.

Ellerime bakmaya bir son verdim, başımı kaldırdım ve abimin kaldığı odaya baktım.

İşte, abim buradaydı. Yanımda. Uyuduğu oda yine karşımda kalıyordu, bir zamanlar odamın karşısında kaldığı gibiydi. Her şey aynı. Her şey farklı.

Gözlerini açması gerekiyor, anlatması gerekiyor, elimi tutması gerekiyor. İçeriye girmeme izin vermiyorlar, cam kenarından görebildiğim kadarıyla varsın abi.

Federasyon.

Her şeyin sorumlusu.

Abimin başına gelenler olmaması gereken bir komplikasyondan ibaretti onlar için, olmaması gerekiyordu. Ama oldu, değil mi? Söylediklerine göre göğüs kafesine aldığı darbelerden dolayı ringde yığılıp kalıyor abim, göğüs kafesinin altındaki et parçacı; kalp. Fibrilasyona giriyor ve göğsüne aldığı sert ve sık darbelerden dolayı nadir de olsa görülen; Commotio Cordis meydana geliyor. Oluşan komplikasyonlara aslında erken teşhis eşliğinde acil tedavi yapılsaydı, bir müddet kalbi orada geri döndürebilir ve abimin komaya girmesine engel olunabilirdi.

Fakat ambulansın dört dakika gecikmeli gelmesinin sonucu, abimin derin uykuda olduğu dört güne tekabül ediyordu.

Federasyon bunun için ne demişti?

Bir çelenk, birkaç koruma, hastane masrafların taraflarınca karşılanacağını bildiren e-posta... bu kadardı işte. Federasyonun yapıkları.

Gözlerim koridorun sonuna çevrildiğinde siyah takımlar içerisindeki adamla göz göze geldik, onu kovduğum halde gitmemişti. Arkadaşı kadar gururu yoktu. Üç gündür durmadan, usanmadan konuşmuştum onlarla. Abimin odasının önünde durmalarını istemiyordum, abimin kaldığı hastanede olmalarını istemiyordum. Mümkünse otoparkı da terk etsinlerdi. Fakat tek yaptıkları, gururunu umursamayan benden yaşça büyük adamın koridorun sonuna kadar gitmesiydi. Beni izleyebileceği bir yerde durmuştu, federasyonun gönderdiği heriflerden olduğunu bildiğimden bunu yapması bile sinirlerimi bozuyordu.

Polise ihbar edeceğimi, özel alanımı taciz ettiğini söylemiştim ona. Koridorun sonuna kadar gitmesinin sebebi neydi bilmiyorum ama, çok fazla nedeni vardı. Görüş alanıma tanıdık bir sima girdiğinde öncesinde gözlerime ardından kime baktığımın bilincinde başını korumaya çevirmişti

Yekta.

Boynunda kamerası vardı, omzuna kamera çantasını takmış ve bir eliyle sıkıca dosyalarını tutarken bir diğer elinde iki karton bardak tutuyordu. Karton pakette, iki kahveydi muhtemelen.

Göğüslerinin altına kadar uzanan kıvırcık koyu kahve saçları, saçlarıyla neredeyse aynı renk koyu kahve gözleri ve kıvırcık saçlarını kapatan siyah beresi. Üzerinde montu, toprak rengi desenlere sahip atkısı ve parmaklarını açıkta bırakan siyah eldivenleri vardı. Siyah çizmelerini giyinmişti. Havanın soğuk olduğunu ve hemşirelerin konuşmalarını duyduğum kadarıyla yakın zamanda İstanbul'a yoğun kar yağacağını düşününce; yerindeydi kıyafetleri.

"Hala gitmemiş olması büyük mucize," Diye mırıldandı elindeki dosyaları sandalyenin üzerine bırakırken Yekta. "Dün söylediklerinden sonra sarışının gideceğini tahmin edebiliyordum ama, bu esmer bomba bayağı sabırlı çıktı." Dedi Yekta çarpık bir tebessümle, nerdeyse gülecek gibi olsa da ifadesini toparlamış ve nerede olduğumuzu hatırlayınca boş sandalyeye oturmuştu. Ortamızdaki boşluğa eşyalarını yerleştirmiş, kahveleri bırakmış ve ardından gözlerini yüzüme değdirmişti.

Berbat gözüküyordum.

"Şu haline bak, tombul yanakların bile gitmiş artık!" Dedi hafif sitemkâr bir ses tonuyla, elindeki eldivenleri çıkartmadan kahvelerden birine uzandı ve ben sormaya kalmadan devam etti. "Süt ekledim, acı içemediğini biliyorum. Ve..." Dedi son harfi uzatarak konuşurken. "Kurabiye aldım!" Dedi heyecanla, yüzünde samimi bir tebessüm vardı.

Amacı sadece keyfimi biraz olsun yerine getirmekti, ne halde olduğumun farkındaydı. "Teşekkür ederim." Dedim gülümsemeye kendimi zorlarken, sesimi pürüzlü ve engel olamadığım kadar soğuk çıkmıştı.

Karton bardağı elime aldım, avuç içlerimde tutarken aslında üşüdüğümü yeni yeni fark ediyordum. Gözlerim üzerimdekilere kaydı, Yekta'nın iki gün öncesinde çalıştığı şirkete gitmeden önce getirdiği kıyafetlerle duruyordum. Siyah bir eşofman altı, siyah çizmeler, siyah bir kazak ve dizlerimin altına kadar uzanan montum. Aslına üşümem saçmalıktı, fakat üşüyordum işte. Zaten o günden sonra, bir daha ısınamamıştım.

Göğüs kafesimden yakmışlardı benim ruhumu, fakat yansa dahi göğüs kafesi, etini parçalayan geçmişe rağmen, zemheriyi hissetmeye devam ederdi.

"Ha, bunun için de çözümüm var." Dedi Yekta elbiselerime baktığımın farkına vardığı sırada sırt çantasının fermuarını açtı ve içerisinden kıyafetlerimin olduğunu tahmin ettiğim kumaş çantayı çıkarttı ve uzattı. Kahveyi tek elimle tutarken kumaş çantayı aldım ve içine göz attım. "Burada duş alma konusunda rahat etmezsen eve geç istiyorsan, ben burada beklerim. Hem kaç gündür buradasın... Yorgunsun, hasta olacaksın bu gidişle. Komadaki o adam," Saniyelik duraksadı, gözler odanın camına kaydı ve tekrar yüzüme çevrildi. "Bir boksör."

Gözlerimi kapatırken saniyelik derin bir nefes doldurdum ciğerlerime, "Senin için nasıl bir değeri var bilmiyorum ama, uyanmasını beklerken; sen kötüleşeceksin bu gidişle." Dediği sırada gözlerim etrafta gezindi, ardından kuruyan dudaklarımı yaladım ve Yekta'nın koyu kahve gözlerine baktım.

Henüz, abim olduğunu bilmiyordu.

Hiçbir şeyden haberi yoktu.

"Yekta," Dedim fısıltıyla, gözlerimi kaçırdım ve dudaklarımı tekrar ıslatırken alt dudağımı dişledim. Söylemem gerekiyordu, doğru zaman yoktu.

"İçeride yatan kişi, benim abim." Dediğim sırada elindeki karton bardak yere düşerken, Yekta ani bir refleksle ayağa kalktı. "NE?!" Dedi yaşadığı şoku saklayamazken, kaşları hayretle havalanmış ve dudakları aralıklı kalmıştı. Yüzüme, bana inanamıyormuş gibi bakıyordu. Aslında inanamaması çok normaldi, bu durum herkesten gizlediğim bir aile sırrıydı. Abim ve benim aramdaki, sözdü. Yemindi.

Sözümü, çiğniyordum.

Yekta büyük bir medya grubunda çalışıyordu. Bünyesinde, Türkiye'nin birçok haberini yapan ve gazetelerini yayımlayan büyük bir kuruluştu. Ülkenin dört bir yanına ulaşabiliyordu sesleri, tek bir haber bile yüzbinlerce insana değiyordu bir şekilde. Yekta'ya bunu açıklıyordum, çünkü bu konunun medyaya taşınmasını istiyordum. Abime olanları herkes duymak zorundaydı, bilmek zorundaydı. Üst mecralarda engelleniyordu her şey, kime haber yapmasını söylediysem karşılığında ret kararı alıyordum ve bu durum artık canımı sıkmaya başlamıştı.

Daha önce, bundan iki gün önce açtığım gizli hesapta yaydığım haberler aslında gerçekti. Fakat silinmişti. Bana engel olmuşlardı. Açtığım hesapları bir bir kapatmışlardı.

Fakat Yekta bunu öğrenir ve bunun haberini yapmak isterse- ki kendisi bunun için doğmuş- ona engel olmadan, haber çoktan bütün hesaplara yayılırdı. Ve benim istediğim buydu. Herkese ulaşmasıydı.

"Nasıl?" Dedi Yekta yüzüme bakmaya devam ederken, gözlerinin içine yüzümde mimik oynamadan baktığım için ciddi olduğumun farkındaydı.

"Gazal, bu nasıl mümkün olabilir?" Dedi yanıma otururken, yerdeki kahve birikintisine bakmış ve tekrar gözlerine çevirmiştim gözlerimi. "Böyle bir şey? Sen? Nasıl ya... Bu yüzden... Sen, o yüzden... Onlar da," Dedi gözleriyle koridorun sonundaki adamı işaret ederken, Korumalardan bahsediyordu. "Bu yüzden her şey... sana atılan e-posta... Özür mesajı... Burası... Yardımlar. Sen gerçekten, kız kardeşisin." Dedi gözleri hastane koridorunda gezinirken, gözlerime baktığı sırada bir süre sessiz kalmış ve ardından elini saçlarına geçirerek gözlüğünün düşmesine sebep olmuştu.

Henüz kendisine gelememişti.

Aklında, bütün bunların hesabıyla uğraşıyordu.

"Bu şekilde öğrenmeni istemezdim, özür dilerim. Ama öğrenmen gerekiyordu, yardımına ihtiyacım var Yekta." Dedim yorgun fakat kendimden emin bir ses tonuyla. "Sindirmeye ihtiyacın olduğunun farkındayım ama, benim öyle bir zamanım yok. Bana şu an lazımsın. Abim olduğunu sakladım senden, sebeplerim var bunun için fakat sana şu an her şeyi açıklayamam. Senden bir şey isteyeceğim, benim için çok önemli ve senin içinde riskleri olan bir konu hakkında." Diye mırıldandım sakin bir ses tonuyla, elimdeki kahveyi bıraktım ve dosyalarının üzerindeki siyah deri kapaklı defter ve yanındaki kalemine baktım.

Yekta elini kaldırdı ve benden zaman istedi, birkaç saniye boyunca sessizce beklemiştim. Yekta derin bir nefes almış, ardından boşluğa bırakmıştı. Gözlerini açtığında saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırmıştı, dudaklarını yalamış ve yutkunmuştu. "Tamam, anladım. Şimdilik soru sormayacağım. Bana benden istediğin konudan bahset, bu kadar önemliyse." Dedi gergin bir tavırla yutkunurken. "Böyle bir sır varsa ortada ve şu an bahsediyorsan... Söyle işte Gazal, nedir önemli olan konu?" Diye sordu, derin bir nefes alırken gözlerim saniyelik olarak abimin uyuduğu odaya çarpmıştı.

Hiçbir şey düşünme.

Çok düşünürsem, devreye mantığım girerdi ve verdiğim karardan dönebilirdim.

"Ben bir haber yapmanı istiyorum senden." Dedim tek nefeste, gözlerimin içine baktığı sırada anlamıştı ne demek istediğimi. Hangi haberi yapmasını istediğimi değil, kimin haberini yapmasını istediğimi. Kimi, medyada paralamak istediğimi. Biri derin uykudayken, ötekinin uyumasına izin vermeyeceğimi görmeliydi.

Biri uyanmadan, öteki uyumamalıydı.

Başını yavaşça çevirirken abimin kaldığı odaya baktı, yutkundu ve tekrar yüzüme döndü. "Gazal," Dedi fısıltıyla.

"Yapabilir misin, yapamaz mısın Yekta?" Diye sordum net bir ses tonuyla, birkaç saniye boyunca gözlerime baktı ve nefesini seslice boşluğa bıraktı.

"Yaparım yapmasına ama, nasıl olacak sanıyorsun? Karşısındaki rakibi, öyle adının her başlıkta geçtiği biri değil ki. Virankaya'dan bahsediyoruz Gazal, Barlas'tan. Bu adam Avrupa'dan kemerlerle dönmüş biri. Dört yıl kadar gibi bir sürede bu başarıyı elde edebilen kim var? Menajeri deli gibi çalışıyor! Adının geçtiği haberler bir bir siliniyor. Ne bileyim? Ben yaparım yapmasına ama, karşı taraftan gelecek tek bir hamle yeter haberlerin bütün sitelerden kaldırılması için." Dedi Yekta mantığını devreye sokarak, bu şekilde düşünmesinin sebepleri vardı elbette.

Daha önce birçok haber yapmıştı, protokolden haberdardı ve sonucunda nasıl bir tepki göreceğini de biliyordu. Ön gördüğü gerçeklerden bahsediyordu, benim görmezden gelmek isteyip de; ısrarla gözümün önünde biten gerçeklerden. Kör ve sağır kaldığım gerçeklerden.

Pek tabii, haksız değildi.

Bunu biliyordum.

Bunları biliyordum.

Fakat Fetih Barlas Virankaya, bunun hesabını vermek zorundaydı.

"Çok yakından tanıdığım biriyle ortak çalışacaksın," Dediğim sırada gözlerimdeki ifadeden ürkmüş gibi bakıyordu, aklımdaki kaosu hissedebilmiş gibi yutkunurken gözlerini kaçırdı ve kesik bir nefes eşliğinde dudaklarını ıslattı.

"Kimmiş o?" Diye sordu meraktan uzak, hafif endişeli ve stresli olduğunu belirten ses tonuyla. Yüzündeki ifadeyi gizleyememişi, belki de bu benim insanları tanımakta zorlanmamamdan dolayı da olabilirdi. Çok çabuk kavrayabiliyordum karşımdaki insanın aklından neler geçebildiğini, buda bana bir dönem boyunca ait olduğum yerde çok yarar sağlamıştı.

"Bilgisayarlardan anladığını bilmen yeterli olur," Sesim çivi gibi bir ses tonuyla dökülmüştü. "Dört dakika boyunca haberlerin silinmemesini sağlayacak. Dört dakika boyunca haberlerin internet üzerinde kalmasını sağlayacak. Dört dakika boyunca, üzerini örtmek istedikleri gerçekleri açığa çıkartacak." Gözlerim ilerideki abimin odasındaydı, içime çektiğim nefesler öfke doluydu.

"İçerideki adam için, dört dakika." Dedim tok bir ses tonuyla, sol elim titremeye başladığı sırada parmaklarımı avuç içime bastırmıştım. Göğsüm acıyla sızlarken, yüzümde saf öfke belirmişti.

Göğüs kafesi mezarlığı, bir ruhu daha sonsuzlaştırmıştı.

🕯

Dört ay öncesi...

Ankara, Kale.

20.05.2020

Yaptığım seçimlerin sonucunda büyük yıkımlar getirebileceğini bilmem gerekirdi. Tercih edeceğim yolun sonunda ölebileceğimi, ölebileceğimizi; yaşamın nefes almaktan ibaret olduğunu bilmem gerekirdi. Attığım her adımı hesaplamak zorunda olduğumu bilmem gerekirdi. Yaptığım her seçimin sonucunu düşünmem gerekirdi. Mantığımla hareket etmem gerektiğini, bilmem gerekirdi.

Ben kimdim? Benim kim olduğumu unutmamam gerekirdi.

Benim bedenim nefes almaktan yorulmuş bir ruha ev sahipliği yapıyordu. O ruhu yaşatan beden, dün gece aldığı karar eşliğinde kara toprağa girmişti. Elim titriyordu. Sol elim hiç durmadan titriyordu.

Sadece bir hayata değil, birçok hayata son vermiştim. Elim titriyordu.

Verdiğim kararın yıkımını hesaplayamamıştım. Hesaplamam gerekiyordu.

Verdiğim kararın neye sebep olabileceğini hesaplayamamıştım. Hesaplamam gerekiyordu.

Bir başka yolu olabilirdi. Bir başka seçim olabilirdi. Düşünmek zorundaydım. Bir çıkar yol bulmak zorundaydım.

Fakat ben, abilerimi, kız kardeşimi, âşık olduğum adamı öldürmeyi seçmiştim. Elim titriyordu.

"Kayran Hanım..."

Onları yaşatabilmenin bir yolunu düşünmem gerekirken, ben onları öldürmeyi seçmiştim. Kan, barut, kül kokusu buradaydı, hemen yanı başımdaydı. Baktığım her yerde onların yüzlerini görüyordum. Gülüşlerini duyuyordum. Verdiğim sözleri hatırlıyordum. Hatırladığım her seferinde kahroluyordum. Hatırladığım her seferinde canım biraz daha yanıyor, ruhum biraz daha çürüyor, bedenim biraz daha parçalanıyordu.

Derimin üzeri yaralarla kaplıydı. Dün gece vurulmuştum, kurşun içeride kalmıştı, ameliyat olmak zorunda kalmıştım. Göğüs kafesimi delmişti. Söylediklerine göre yaşamam mucizeydi. Bu mucizenin nedeni belliydi. Son an'da kolumdan çekildiğimi bilmiyorlardı doktorlar. Onlar için bu mucizeydi, fakat benim için ceza.

Onun nefes almayı bıraktığı bu hayatta, nefes almamı sağlayan adamın verdiği ceza.

Bileğimden tutan buz soğuğu parmakların sahibini tanımıyorlardı. Kurşunun önce onun bedenini, sonrasında benim bedenimi deldiğini bilmiyorlardı.

"Delirdin mi sen?!" Diye bağırdığını, bilmiyorlardı. "Delirdin mi?! Öldürmek mi istiyorsun kendini?!" Diye bana yaşanan o kargaşada kızdığını, bilmiyorlardı.

Sesi kulaklarımdaydı. Ruhumdaydı. Zihnimdeydi. Bedenimdeydi. Sesi benimleydi, fakat kendisi? Kendisi, dün gece diri diri içerisine girdiğim toprakta bile değildi.

Keşke. Keşke ölen ben olsaydım...

"Kayran Hanım." Bu kez ses havada dağılmadan ulaşmıştı bana, yok olmamıştı, net bir ses tonuyla varmıştı bedenime.

Gözlerim siyah deri dosyanın üzerinden ona ilk kez çevrildi, siyah deri koltuğa bakarken ilk su şişesi girmişti görüş alanıma, başımı biraz daha kaldırırken sürücü koltuğunda oturan tanıdık yüze baktım.

Gözlerimizin kesişmesiyle sırtını dikleştirdi, bugün baştan aşağıya simsiyah giyinmişti ve göğsünde, kalbinin üzerine yakın noktada küçük bir Türk bayrağı broşu takıyordu. Ovaldi. Güneş o noktaya vuruyor, parlamasını sağlıyordu.

"Kayran Hanım, geldik." Dedi nihayetinde açıklayarak, gözleri gözlerimden akmak için direnen gözyaşlarında oyalanırken, ben o yaşların tenimin üzerine akmamaları için direniyordum. Bedenime. Ruhumdaki acıya. Kendime direniyordum en çok. Sırf verdiğim sözden, sözlerden dolayı.

"...Gözyaşları tenini ıslatmasın, söz ver..."

Verilen her bir söz bugün canımı hiç olmadığı kadar çok yakıyordu.

Vurulmayı, kurşuna dizilmeyi bu acıya tercih ederdim.

Ruhum acısıyla sızlıyordu, göğüs kafesimdeki her boşluktan hissettiğim acı akıyordu.

Geldik!

Neredeyiz biz?

Ankara, Kale.

Evim burası mı benim?

Ev.

Hayır, değil.

"İnmeyecek misiniz?" Diye devam etti, Hisar. Koyu kahve gözleri, siyaha boyanmış saçlarıyla yüzüne yerleştirdiği ifadesiyle sanki bir ölüyü izliyormuş gibi bakıyordu. Bir ölüyü değil, bir canlının her nefeste ölümüne tanık oluyordu. Her nefeste, her nefeste çürüyordu bedenim. Korkunç bir histi bu.

Dudaklarım birbirine yapışmıştı, üzerindeki kuruluğu ve çatlak hissini hissedebiliyordum. Dişlerimin izi çıkmıştı dudaklarımın üzerinde, yanaklarımın içiyse ısırmaktan yara olmuştu. Ben ölüyordum. Acıdan. Bir insan acıdan ölebilir miydi? Olabilirdi. Olacaktı.

Titreyen sol elime baktım, dosyanın üzerindeki sol elim hiç durmadan titriyordu. Tırnaklarımı avuç içime bastırdım, avuç içimdeki kesiklerin sızladığını hissettim. Başımı eğdim, açtığım avuç içime baktım ve üst üste çizilmiş derin kesiklere baktım. Her bir kesik izi, bir diğer kesik izinin üzerinden geçiyordu. Avuç içlerim parçalanmıştı. Avuç içim bir şeytan tarafından parçalanmıştı.

Gözlerimi kapattım.

Ağlamak istemiyordum ama, hissettiğim acı bugün bir ruhta ev bulmuş ve sanki canlanmıştı.

"Biliyorum, inmek istemiyorsunuz ama..." Gözlerimi araladım yavaşça, kirpiklerim sanki birbirine mühürlenmek istiyordu, açılmak istemiyordu. Bu Hisar'ın durmasına neden oldu, gözlerime baktı, yutkunurken zorlanmıştı.

"İnmek zorundasınız. Kale'deyiz. Hamit Başkanla görüşmeniz var, sizi bekliyor, içeride..." Gözleri dizlerimin üzerindeki siyah kapaklı dosyaya değdi, derin bir iç çekti. "Beklemek sadece acınızın büyümesine neden olacaktır. Duydum... Yaşanılanları."

Kelimelerini seçmekte zorlandığının farkındaydım, ben o kelimeleri tükettiğimi hissediyordum.

Yaşanılanlar... Düngeceden en doğru nasıl bahsedilirdi? Bilmiyordum.

Hisar derin bir nefes aldı, koyu kahve gözlerine yerleşen öfkeyi ve üzüntüyü görebilmek mümkündü, "Vatan sağ olsun."

Ve o kelime, Hisar'ın dudaklarından döküldü.

Göğüs Kafesimin üzerine bir hançer saplanmıştı sanki.

Vatan sağ olsun...

Dudaklarımı ıslattığım sırada yutkunmaya zorladım kendimi, söylenen sözler aynıydı, benim verdiğim sözlerse kulaklarımın çınlamasına neden oluyordu.

Vatan sağ olsun.

Şehitlerimiz vardı.

Benim yüzümden! "Seninle..." Bir şekilde konuşmak zorunda olduğumu biliyordum, artık inme vaktim geldiğinin bilincindeydim. İnmeli ve dosyayı teslim etmeliydim başkana ve bir şekilde, beyaz zarfı da vermeliydim. Yapmak zorundaydım bunu. "Seninle yolculuk yapmak güzeldi, bana bu zamana kadar eşlik ettiğin için teşekkür ederim Hisar." Dedim kuru bir ses tonuyla. "Benim için yaptıklarını, sabrını, güvenini ve sadakatini unutmayacağım." Yutkunmaya zorladım kendimi.

Konuşmak canlı işkenceye maruz kalmak kadar canımı yakmıyor olsaydı, çok daha uzun tutacaktım konuşmamı.

Fakat kısa tutmak zorundaydım. "Bugün, son kez, lütfen, kapımı açabilir misin?" Diye sorduğum sırada bir süre boyunca gözlerime baktı Hisar, kelimelerimin altında yatan veda cümlelerini anlayabilecek kadar tanıyordu beni.

Uçaktan inişimizden, Kale'ye gelişimizden bu yana sessiz olmamın nedenini şimdi çok daha net anlayabiliyordu. Veda ediyordum, herkese, en çok da kendime, inandığım değerlere, özlüğüme.

Hisar yavaşça önüne döndü, kemerini çıkardığı sırada kapısını açtı ve içeriye Mayıs ayının kan kokan esintisinin sızmasına izin verdi. Adımları aracın etrafından arka koltuğa ulaştığı sırada kapıyı tereddütle açmıştı. Yüzüme rüzgâr vurdu, bahar havasını solurken gözlerim büyük binadaydı. Kale. Çevresi büyük duvar ve tellerle kaplıydı, içerisiyse bir labirentten farksız dizayn edilmişti.

Burası İstihbaratın yuvasıydı.

Teşkilatın yapı taşıydı.

Her şeyin, başladığı yerdi.

Araçtan indiğim sırada üşüdüğümü hissettim. Üzerimde siyah bir takım, siyah uzun bir kaban olsa bile, çok üşüyordum. Kalın topuklu ayakkabım zemine değdiği sırada kalbim kadar tok bir ses çıkarttı. Dizlerimin üzerindeki dosyayı sıkıca tutarken göğsüme bastırdım. Gözyaşlarım akmak için direnirken, esen rüzgârın bana hiç yardımcı olmuyordu. Gözlerim yanıyordu akmak için direnen gözyaşlarından dolayı.

Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım, sanki oradaydı gidenler. Benim yüzümden! Ağlama Kayran. Ağlayamazsın. Söz verdin. Verdiğin sözleri hatırla. Ağlama! Burnumu sessizce çektim. Hisar'a baktım, "Teşekkür ederim, her şey adına." Dedim tok tutmaya zorladığım bir ses tonuyla.

"Gidiyor musunuz, Kayran Hanım?"

Yüzüne baktım, mizacı hiçbir zaman benimle uyuşmamıştı. Benim gibi biriydi Hisar. Yüzündeki hiçbir ifadeyi seçemiyordunuz. Ben en çok, bu yüzden uyuşamadım Hisar'la. Benim gibi olduğu için, bana benzediği için, onu anlamak bir noktada kendime hak vermek gibi olacağından... Onu hiç anlamamayı seçmiştim.

Gözlerini izliyorken bir cevap verebilmek istedim fakat, kelimeler dökülmedi bir türlü dudaklarımdan. Gözlerimi kaçırdım ve binanın içerisine doğru hareket ettim, her adımda toprağı hissetsem de durmadım. duramadığımdan. ve en çok, devam etmek zorunda olduğumdan ilerledim. Gözlerim Kale'nin çevresine değdi, son kez birkaç kadın görevli ve bankalarda oturan ziyaretçileri görmüştüm. Durmamış ve basamaklara doğru ilerlemiştim, gözlerim binanın çevresindeki güvenlikten sorumlu insanlar üzerinde oyalanırken elimdeki dosyayı sıktım.

Güvenlik görevlilerinin silahlarına, dik duruşlarına ve yüzlerindeki robotu aratmayan ifadelerine baktım. Kale'nin çevresindeki ağaçlık alanı izledim. Orada bulunduğum zamanları hatırladım, her bir hatıra gözlerimin önüne dökülürken en çok canımı yakanın da bu olduğunu düşünüyordum.

Çünkü hatırların, sesi vardı.

Çünkü hatırların, kokusu vardı.

Çünkü hatırların, hissettirdikleri vardı. Ve her bir his ruhumda daimîydi.

İttiğim camlı kapıdan içeri geçtim, güvenlik görevlilerini gördüğüm sırada yüzlerindeki ifade; dün yaşanılanların üzerine çöken gri bulutları, hissetmeme neden oldu. Turnikelerin olduğu alana ilerlemiş, kabanımın cebindeki kimliğimi çıkartmış ve turnikeye okutmuştum. Belki de bugün, son kez. Geçmem için onaylanan ekran yeşile döndü, turnikeyi ittim ve içeri geçtim.

Asansöre doğru ilerlemiş, katı tuşlamış ve açılan kapılardan içeri geçmiştim. Elimdeki dosyaya çevirdim bakışlarımı, dosyayı takip etmiş ve içime derin bir nefes çekerken asansördeki yansımamı izlemiştim. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey düşünmeden bakmıştım yüzüme. Gözlerimin altı mor halklarla çevrelenmişti, gözlerimin içi kızarıktı ve gözyaşlarımın tenime akmaması için verdiğim çaba canımı sıkıyordu.

Asansörün durmasıyla koridora girmiştim, koridora adım atmamla birlikte omuzlarıma yük bindiğini hissetmiştim. O yük her adımımla katlanarak artarken yanımdan geçen insanların gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Her birinin sorgulayan bakışları, acı dolu ifadeleri, acıyan gözleri vardı. Dizlerimin üzerindeki yaralar sızladı, o yaraların üzerini kapatan kabuklar çatladı ve parçalanarak kan sızmasına izin verdi.

Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver.

Onların alamadığı nefesi al, nefesi ver.

Yaşıyorsun.

Yaşıyorum?

Ölmeyi başaramamıştım.

Fakat öldürmeyi? YETER! Yeter! Yeter...

Adımlarımın sesi kalbimin sesine ortak olmuştu, göğüs kafesimi dövüyordu o et parçası. Derin bir nefes al. Nefes al... Nefes almayı bırak... Görüş alanıma giren kadınlar tuvaletine çevirdim adımlarımı, sol gözümden akan yaş tenimin ıslanmasına neden olurken sadece sol elim değil, bütün bedenim deli gibi titriyordu artık. Dizlerim bedenimi taşımak istemiyordu artık. Ruhuma ev sahipliği yapan o beden, damarlarımın içinde akan o sıcak kandan beslenmek istemiyordu artık.

Ölmek istiyorum. Ölmek istiyorum. Ölmek istiyorum!

Tuvalete girdiğim gibi kapıyı kilitlemiş, dudaklarımın arasından çıkmak için direnen o çığlığı tutamamış ve elimde sıkıca tuttuğum dosyayı yere düşürerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.

"Benim yüzümden!" Dedim gözyaşları içinde çığlık atarken. Dizlerimin bağı çözülmüştü, gözyaşlarım kurumuş tenimi ıslatırken sırtımı kapıya yaslamış ve bedenimi ayakta tutmaya zorlamıştım. "Benim yüzümden oldu! Benim yüzümden öldüler! Onları ben öldürdüm!" Boğazımdan dökülen hıçkırıklar tuvaletin duvarlarında yankılandı.

Sesimde acı dolu çığlıklar vardı.

Gözyaşlarım sanki kandandı.

Nefes almaya zorladım bedenimi, yere düşerken görüş alanım gözyaşlarımdan bulanıklaşmıştı.Elimden düşen dosyanın içerisinde fotoğraflar vardı, içerisindeki fotoğraflar dosyadan zemine ters bir şekilde düşmüştü. Sol elimin titremesi devamı ediyordu, titreyen elimle zemine düşen fotoğrafı almak istediğim sırada gözyaşlarım tenimde yaralar açıyordu sanki.

Titreyen elimle aldığım görsele baktığım sırada gözyaşlarım çoğaldı, boynumdaki zincir ağırlaştı, ucundaki yüzükler göğüs kafesimdeki yaranın büyümesine neden oldu. "B-ben," Dedim titreyen sesimle. "Ben... Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim..."

Elimdeki resmi sıktım, bileğimi hıçkırıklarımı bastırabilmek için dudaklarımın üzerine kapattım. "Özür dilerim." Dedim, titreyen sesimle. "Özür dilerim." Gözlerimi sıkıca kapattım, dizlerimi karnıma kadar çektim ve gözyaşlarıma karışamadım. Engel olamadım. Başka bir çözüm yolu bulamadım. Onları ben öldürdüm. Onların ölümlerinin nedeni benim.

Ben âşık olduğum adamı öldürdüm!

Ben kız kardeşimi öldürdüm!

Ben abi dediğim insanları öldürdüm!

Dizlerimin üzerine ayağa kalkmak için bastırırken almamam gereken her nefesi aldım ve dosyayı toparlarken bulabildiğim son gücümle ayağa kalktım, titreyen dizlerimle lavabonun yanına ilerledim ve ayna karşısındaki yansımama baktım.

Gözlerim şişmişti, yanaklarımın üzeri gözyaşlarıyla ıslanmıştı, boynuma kadar akan gözyaşlarını izlediğim sırada zincire baktım. Sol elimle zincirin görünen ucunu siyah boğazlı kazağımın altına sıkıştırdım. Yüzükler ağırlık yapmaya devam ediyordu, bu ağırlığı sırtlanırken her şeyin çok başka şekilde ilerlediği o geleceği düşünmemeye çalıştım. Eğer düşünürsem, kendi kafama belimdeki şarjörü boşaltacağımı biliyordum.

Suyu açtım, avuç içme doldurduğum buz gibi suyu yüzüme vurdum ve geriye doğru çekilerek saçlarımı ensemde sıkıca bağladım. Yüzüme düşen perçemleri kulağımın arkasına sıkıştırdım. Ellerimi ve yüzümü kâğıt havluyla kurutarak yanağımın üzerine akan sıcak gözyaşını elimin tersiyle sildim, dosyayı titreyen elimle aldım ve kilitlediğim kapıyı çevirerek koridora çıktım.Adım sesleri bu kez zihnimde yankılanıyordu, topuklu ayakkabılarımın sesi kalbimin sesine karışıyordu. Birkaç adım sonunda ulaştığım kapıya uzaktan baktım, gözlerim yavaşça kapının yanında duran isimliğe kaymıştı.

Başkan Dr. Hamit YİĞİTER

Hemen yanımda duraksayan gölgeye yüzümü döndüğüm sırada otuzlu yaşlarının sonunda duran, takım elbiseli adama çevirmiştim gözlerimi. "Hoş geldiniz Kayan Hanım," Dedi. Sesi tok, otoriter bir tınıyla dökülmüştü. "Ben Mustafa," Dediği sırada uzattığı elini sıktım hafifçe, elini geri çekerken. "Hamit Başkan siz odasında bekliyor, buradan devam edin lütfen." Uzattığı eline baktım, işaret ettiği kapıya doğru ilerlemiştim.

Kapıyı çaldı, içeri girdi ve peşinden içeri geçtiğim sırada artık Hamit Başkanın odasındaydık. İçerisi hatırladığım gibi değildi, daha büyük bir odadaydık ve eşyalar yenilenmişti. Daha büyük bir masa, ileride dört kişilik olduğunu hatırladığım masanın yerinde sekiz kişilik büyük bir masa bulunuyordu ve odanın bir köşesinde karşılıklı iki deri koltuk bulunuyordu. Aynı zamanda ahşap masanın da yanında karşılıklı sandalyeler vardı. Çalışma masasının arkasında, duvarda Atatürk portresi asılmıştı. Türk bayrağı ve MİT'in amblemi de duvara işlenmişti.

Masanın üzerindeki isimliğe baktım, Başkan Dr. Hamit YİĞİTER.

Hamit Başkan yardımcısının selamını başıyla aldı, dışarı çıkması için işaret ederken yanımdan gidişine şahitlik etmiştim. Gözlerim sulanıyordu, görüş alanım bulanıklaşmaya devam ediyordu.

Kapı açılıp kapandıktan sonra Hamit Başkan yerinden kalktı, yanıma ulaştı ve derin bir iç çekti. "Kayran," Dedi tok bir ses tonuyla, gözlerimiz kesişirken dik durmaya kendimi zorluyordum. "Seni görmeyeli çok uzun zaman oluyor." Diyerek devam etti, koyu kahve gözleri fazlasıyla net bir ifadeyle bakıyorken o özlem duygusunu da hissetmemi sağlıyordu.

"Bu kapıdan ilk girişin hala aklımda. Küçücük bir genç kız olmanın yanı sıra, kendinden her zaman emin bakıyordu gözlerin. İlk girdiğin zaman anlamıştım, senin bu devlet için yapabileceklerini sınırının olmayacağını. Gerekirse hayatım derdin her seferinde, senden kimi aldıkları ya da almaya çalışacaklar önemli değildi senin için. Tek kuralı vardı Kasırganın, gerekirse nefes, gerekirse hayat, gerekirse sevdiklerin. Bu uğurda sana ne olduğu değildi önemli olan, çünkü sen bu uğurda kendi canından zaten vazgeçmiştin."

Derin bir nefes alırken gözleri büyük camlara çevrildi. Işık doğrudan odayı aydınlatabiliyordu. Üzerindeki broşa vuruyordu, o broşu çok güzel gösteriyordu. "Yaş on yediydi, sen bu kapıdan içeri geçtiğinde..." Çenesiyle kapıyı işaret etti, gözlerinde geçmişin beraberinde getirdiği anlar vardı.

"Bizimkisi seni içeri aldığında, bir ziyaretçi olmadığını anlamam birkaç saniye sürdü. O an, senin gözlerine baktığım an, bu devlet için yetiştirilmek üzere canından vazgeçen bir yiğit vardı karşımda..." Elleri omuzlarıma değdi, dik omuzlarıma hafifçe vurdu ve hafifçe sıktı. "Omuzları her zaman dik, gözü pek, bir yiğitten farksızdın gözümde." Dedi ve,"Kendinden emin oluşun değildi beni etkileyen. Sen kendinden şüphe edersin. Fakat bu vatandan, bu devletten, bu bayraktan şüphe etmezsin. Kararlılığın, iraden, ketumluğun, dik başlılığının yanı sıra; sadakatin, güvenin, inancın, senin kalbinde yeri olduğunu daha seni ilk gördüğüm an fark etmiştim. Senin, bu görevi layığıyla yerine getireceğini hep söylerdim. Akademiye ilk gönderildiğin zaman yaş olarak diğerlerinden küçük, hız olaraksa her birinden üstün geldin. O uzun dönem görevlerinde kendine şaşılacak kadar yüklendin. En çok kendini sorguladın. Sana sunulan o şansı en iyi şekilde değerlendirdin."

Dürüsttü, fakat benim gözlerimdeki yaşların akmasına sebep olmuştu. Söylediği ne varsa, hayatım boyunca verdiğim savaşla alakalıydı. Şimdiye kadar uğraştığım ne varsa, kısacık cümlelerle özetlenebilmişti.

Bir hayat biter.

Ve biten, yitirilen hayatın geride bıraktıklarında yaşatılırdı.

Dünyada son bulan o hayatlar, geride kalanlarda yaşamaya devam ederdi. Bir zihinde, bir nefeste, bir çiçekte, bir yüzükte, bir ruhta, bir yarada... Bir izde. Bir sözde...

Benim hayatım son bulsa, en çok dosyalarda yaşamaya devam ederdim. Bir arşivde. Çünkü ben gitsem, geride kimse kalmazdı. Çünkü ben geride kalmıştım. Benim sevdiklerim gitmişti. Ben, benim ruhumda bir yeri olan herkes için geride kalmıştım.

Abim için.

En çok da abim için, geride kalmıştım.

"Sana neden istihbarat sorusunu sormadım hiç," Dedi birkaç saniye süren sessizliğini bozarak Hamit Başkan, gözlerimin içine baktığı sırada gözümden birkaç damla yaş süzüldü yanağımın üzerine. Yara olduğu halde yanağımı dişlemeye, o yaradan sızan acıda yanmaya, avuç içlerimdeki kesiklerde büyüyen öfkemde nefes almaya çalışıyordum ben. Oysa ağlamamak için uğraşıyordum. Gözyaşlarımı tutabilmek için çabalıyordum. Verdiğim sözü yerine getirmeye çalışıyordum.

Elimi yanağımın üzerindeki yaşlardan kurtulabilmek için kaldırdım, sol elim titrerken yanağımın üzerine bastırdım ve gözyaşlarını yanaklarımın üzerinden silerken başımı kaldırmıştım. "Evet, sormadınız Başkanım." Dedim kuru, ağlamaklı çıkan, güçsüz ses tonumla.

Omuzlarım ne kadar dikse, ruhum bir o kadar bulanmıştı toprağa. Kara toprağa. "Devlet için çalışmak her yiğidin yapabileceği bir görev değildir Kayran. Bayrak uğruna can vermek, devlet uğrunda ölmek, vatan için canından vazgeçmek çok zordur aslında. Herkesin yapamayacağı herkesin ulaşamayacağı vuslattır. Gönül işidir bu, aşk işidir, sevda mesleğidir. Askeri de, İstihbaratçısı da, polisi de, jandarması da birdir özünde. Tek gayesi bu vatanı diri tutmak, bayrağı dalgalandırmaktır. Ben, "Neden İstihbarat?" diye sorduğum kim varsa, akademinin sonunda girdiği simülasyonda, "Bu mesleğin bana göre olmadığını anladım." diyerek bu kapıdan çok insan gönderdim ama, bir o kadarını da göreve kazandırdım."

Başımı salladım, "Haklısınız Başkanım, gönül işi olmadıkça insan bedeni çelikten bile olsa dayanamıyor." Dedim tok tutmaya çalıştığım ses tonumla, sol yanağımın üzerine akan gözyaşımı elimin tersiyle sildim.

Hamit Başkan başını tek bir kez salladı, elimdeki dosyaya ve beyaz zarfa baktı. Gözleri cama çevrildi, gökyüzünü takip etti. Kesik bir nefes alırken yüzüme döndü, bu işkenceyle son vermek ister gibi gözlerime baktı ve elimdeki siyah dosyaya çevirdi bakışlarını.

"Hilal Birliği ekibi,"

Sesi her iki gözümden de yaş akmasına neden oldu, elimde tuttuğum dosyayı alması için uzattığım sırada iç çekti ve dosyayı eline aldı. Kapağı kaldırdı, gözlerim hareketlerinde dolanırken boğazıma büyük bir yumru oturdu. Yutkunmaya zorladım kendimi. O yumru boğazımın kesilmesine, yanmasına, acımasına sebep oldu. "Başımız sağ olsun, Kayran. Sen ve ekibinin yaptığı operasyonların bünyemize kattıkları çok büyük, başarılı olan her görevle alınan sonuç çok önemli. Sizler sayesinde sınır dışı ve sınır içinde birçok kilit operasyon noktalandı."

Dosyaya baktım, görüş alanım net değildi yaşlardan dolayı. "Vatan sağ olsun, Başkanım. Ben ve ekibim, görevin bizlere sunduğu emirleri yerine getirdik." Dedim kendimden emin ses tonumla, sesim ağladığım için pürüzlü çıkıyordu.

"Ekibindeki herkesin yaptıkları, bugün bile konuşulmaya devam ediyor. Dün, bugün, yarın. Sen ve senin gibiler sayesinde bu vatan toprakları hep diri kalacak, bayrağımız hep dalgalanacak." Elindeki dosyayı kapattığı sırada sol elimde tuttuğum zarfa baktım, elimdeki titreme büyürken göğüs kafesimdeki kurşun yarası sızlamaya başlamıştı.

"Biz bir ekipten fazlasıydık. Onlar benim kız kardeşim, abim, değer verdiğim ailem oldular." Sesim titredi. "Benim yaptığım seçim yüzünden... Onları kaybettik. Göğsümde ki ağrı geçmiyor Başkanım. O acı dinmiyor. Ruhum acıyor benim, ben, ben bununla nasıl devam edebileceğimi bilmiyorum Başkanım." Gözümden akan zehir başımı eğdiğim için düştü, elimin üzerine aktı, beyaz zarfı ıslattı.

"Ben düşündüğünüz kadar güçlü değilim Başkanım. Ben düşündüğünüz kadar güçlü olamıyorum. Çok kayıp verdim, çok kayıp verdik. Dün, bana bugünün nefesini aldırmıyor."

Zarfı titreyen elimle uzattım, zarf da titriyordu. "Kayran, bu istediğinde emin misin?"

Başımı tek bir kez salladım, "Ben artık neyin doğru olduğunu bilmiyorum Başkanım ama, bu hisle devam edemeyeceğime eminim. Ben görevimden affımı istiyorum Başkanım, son karar sizin, fakat bu kararı, yaşadıklarımı gözden geçirerek değerlendirin. Ben doğru düşünemiyorum, doğru kararlar alamıyorum, ben devam edemiyorum, bununla, bu göreve dönemiyorum." Gözlerimden tekrar yaşlar aktı, elimin tersiyle sildiğim her gözyaşı kandı.

Onların kanı.

"Sen, bugüne dek verdiğin çabayla bu devlet için gereken görevini yerine getirdin Kayran," Elimdeki zarfı aldı. "Lakin bu zarf, sen geri dönmek isteyinceye kadar açılmayacak. İstediğini sana veriyorum ama, kapı yüzüne kapatılmayacak. Bunu hatırla."

Başımı kaldırdığım sırada ıslak kirpiklerimin ardından yüzüne bakmıştım, yüzünde ifadesini açık eden mimikleri seçebilmek mümkün değildi. Fakat sözlerindeki samimiyet, tınısındaki sıcaklık bana karşı olabildiğince samimi olduğunu gösteriyordu.

Elini uzatmıştı, elimi uzattım ve sıktı.

"Kararına saygı duyuyorum. Lakin bu Karargaha uğramadan dönmeni destekleyeceğim anlamına gelmez. Buradan çıkmadan önce birlik Başkanına uğramayı ihmal etme." Silik de olsa tebessüm etti, "Seni tanımak güzeldi Kayran Akarca." Elimi sıkmayı bıraktı, ellerimiz birbirinden ayrılırken başımla selam verdim. Gözyaşlarım yanaklarımdan akmayı sürdürürken kapıya doğru ilerledim, o kapıyı ardımdan kapatırken göğsümdeki yara sızlamıştı.

Birlik Başkanım.

Uğramam gereken tek yer orası da değildi.

🕯

20.05.2020...

Adımlarım Kale'nin dışına doğru hareket ediyordu, artık resmi olarak istifamı vermiş, sivil hayatıma dönmüştüm. Bu his bana hiç olmadığım kadar uzak geliyordu ve garip hissettiriyordu. Yabancısı olduğum bir histi. O kadar uzun yıllardır buradaydım ki, şimdi gitmek, bu ait olduğumu düşündüğüm limanı bırakmak, hiç olmadığım kadar farklı hissettiriyordu.

Bu hisse nasıl alışacağımı bilmiyordum.

Hayatım boyunca kendime aradığım o ev, Kale değildi. Değilmiş.

Şimdi, bundan sonra ne yapacaktım? Bilmiyordum. Nasıl yaşanılırdı? bilmiyordum.

Omzumun üzerinden geriye doğru baktım, Kale'ye ilk geldiğim günü anımsadım. Sanki yanımdan geçen on yedinci yaşımı izledim ve o kız çocuğunun avuç içlerindeki sargıları gördüm. Şimdi o sargıları yoktu, fakat sargıların geride bıraktığı; avuç içimde derin kesik izleriydi.

Boynumda bir zincir vardı, zincirin ucunda iki yüzük.

Göğüs Kafesimde kalın bir bandaj, bandajın altında kurşun yarası.

Şimdi ne olacaktı?

Abim...

Abime ulaşmak zorundaydım.

Yıllardır ne adı vardı ne de sesi, benden uzakta olmadığı kadar uzaktaydı abim. Uğrunda yürüdüğü o yol, onun bedenine zarar veriyordu. Fakat o buna spor diyordu. Boks. Bir spordan fazlasıydı abim için. Asıl nedenini merak ediyordum.

Abimi yıllardır görememe nedenimi. Hangi sebep, hangi neden onu benden kaçmaya zorlamıştı öğrenmek zorundaydım. Belki de artık zamanı gelmişti, belki de artık abimin nedenini öğrenmem gerekiyordu. Neden kaçtığını bilmem gerekiyordu. Ona ulaşmam, ona sarılmam, ona başıma gelen her şeyi anlatmam gerekiyordu.

Onun dönmesini beklerken, girdiğim yol ondan uzaklaşmama neden olmuştu. Fakat şimdi ben o yoldan kendi rızamla çekilmiştim. Şimdi ben, geçmişte olduğum o insan olamayacağımı biliyor olsam bile; o insana dönmek zorunda olduğumu da biliyordum.

Abime ulaşacaktım.

Yapacağım ilk şey buydu.

İkincisiyse, Hilal Birliğini satan o kişi ya da kişilere ulaşmaktı.

🕯

Hadi, mumları Göğüs Kafesi Mezarlığı için yakalım.

Karanlık olmasın hiçbir yer, ışık her zaman aydınlatsın adım izlerimizin olduğu yolları.

Göğüs Kafesi Mezarlığı, uzun ve solukla okunması gereken bir kitap. İçine girdiğiniz ya da girmek istediğiniz evren hakkında size verebileceğim hiçbir şey yok aslında ellerimde. Çünkü yazdıkça, okudukça göreceğiz nasıl bir evrene adım attığımızı ya da nasıl bir evrenin kapılarını araladığımızı. Karmakarışık kurgusuyla, öğrenmek ve bilmek istediğiniz her gizli bilgisiyle aslında sizi biraz delirtecek. Ve en çok da, avuç içlerine dağıtılan kartları görmek isteyeceksiniz.

Kim, hangi kartı sembol ediyor? Kaç karakter var? Nasıl ilerleyecek?

Çok fazla soru...

En yalın haliyle Göğüs Kafesi Mezarlığı, üç ana damarın beslediği o et parçasında sıkışan hisleri anlatıyor. Birçok duyguya ev sahipliği yapıyor göğüs kafesimiz. Ve o et parçası, sanki bir mezarlık gibi bütün duyguları içine hapsediyor. Bazen deliriyor, göğüs kafesimizden taşırıyoruz hissettiklerimizi. Nihayetinde, robot değil; insanız.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere,

-GK.

26 Ağustos 2023 22:34 1 Rapor Yerleştirmek Hikayeyi takip edin
1
Sonraki bölümü okuyun 1. ENKAZ İÇİNDE NEFES ALMAK

Yorum yap

İleti!
Gizem Kılıç Gizem Kılıç
September 17, 2023, 11:59
~

Okumaktan zevk alıyor musun?

Hey! Hala var 12 bu hikayede kalan bölümler.
Okumaya devam etmek için lütfen kaydolun veya giriş yapın. Bedava!