S
Simay Leblebici


Tebrikler! Danimarka prensesi olmaya hak kazandiniz! Sıradan bir günün ardindan eve geldiğinizde tek yapmak istediğiniz yakası yırtılmış ceketinizi annenizden saklamakken karşınıza yıllardır görmediğiniz bir kişi çıkarsa ne yaparsınız? Hele ki bu kişi annenizin çocukluk arkadaşi olmakla birlikte Danimarka kraliçesiyse... Kayla Petridis artik bittiğine sevindiği üniversitesinde geçirdiği son günlerinden birinin ardından eve gelmiştir. Tek amacı sınıfın inatçı ve hala ergen erkekleriyle yaşadığı küçük tartışmanın sonucunda kurban giden kıyafetlerini annesinden saklamakken kaderin ona başka planları vardır... Yıllardır görmediği Lisa teyzesi, nam-ı diger Danimarka kraliçesi Lisa, salonda annesiyle oturmuş Kayla'yı beklemektedir ve onu görür görmez planını ve beraberinde gelen küçük iyilik isteğini açıklamaya başlar... Annelerinin yakın ilişkilerinden dolayı Kayla'nın bebeklik arkadaşı olan Prens Edward'ın artık tahta çıkması gerekmetedir. Ama tacı alabilmesi için parlamento ortaya bir şart koymuştur. Işte bu şartta da devreye Kayla girer. Tek yapması gereken birkaç aylığına prenses rolü yapmaktır. Basit görünüyor değil mi? Ne de olsa beraber büyüyen iki yakın arkadaştan bahsediyoruz. Ama ya bu iki arkadaş birbirlerini son on yıldır hiç görmemişse?


Genç Kurgu 13 yaşın altındaki çocuklar için değil.

#aşk #eğlence #gençlik #GençYetişkin #youngadult #arkadaşlık #oyun #komedi #prens #kraliyet #avrupa
3
5.6k GÖRÜNTÜLEME
Devam etmekte - Yeni bölüm Her Pazartesi
okuma zamanı
AA Paylaş

Bölüm 1

Metroyla evime beş durak vardı. Son anda bulduğum boş koltuğumda günün üzerimde bıraktığı yorgunlukla otururken bütün bir yaz sabırsızlıkla beklediğim üniversite son sınıfın başladığını, hatta göz açıp bitinceye kadar mezuniyetin geldiğini düşünüyordum. Okulun son haftasına girmiştik ve artık yalnızca diplomalarımızı almak için sınıfça bir gün belirleyip son kez okula gidecektik.

Artık birer yetişkin gibi davranmamız ve yaşımızın getirdiği olgunluğunu yansıtmamız gerektiğini yalnızca biz kızlar mı düşünüyoruz, arada bir merak ediyordum doğrusu. Çünkü her ne kadar üniversiteden mezun oluyor olsak da sınıftaki erkeklerle başlayan küçük bir tartışma, ceketimin yırtılması gibi sonuçlar yaratan itişmelere dönmüştü. Bu erkeklerin neden böyle çocuk kaldıklarını gerçekten bir türlü anlayamıyorum.

Dalmış olduğum düşüncelerimden ineceğim istasyonun anonsuyla sıyrıldım. İstasyondan çıkıp her zamanki yolumdan eve giderken anneme ceketimin halini nasıl anlatırım diye düşünüyordum ki sokağımızın marketini yıllardır işleten Bay Ionnis ile karşılaştım. Bay Ionnis şaşkınlık dolu bakışlarıyla “Bu ne hal Kayla?” dedi. Önce telaşla açıklamaya çalıştım ama baktım ki laf uzadıkça iş sarpa sarıyor kafamı bıkkınlıkla boş ver anlamında sallayıp eve doğru yürümeye devam ettim. Yalnız kalır kalmaz yürümeye başladığımdan beri planladığım annemden kurtulma planlarıma kaldığım yerden devam etmeye başladım.

Evin kapısına yaklaşmıştım ki kapıda siyah renkte ve camları koyu renkli bir Amerikan arabası olduğunu fark ettim. Kapımızda Men In Black[1] filminden fırlamış gibi siyah takım elbise giymiş güneş gözlüklü iri kıyım iki tane adam duruyordu. Yanlarına geldiğimde sanki o ortamda garip kaçan benmişim gibi bana baktılar. İçimde hızla yayılan bir ürpertiyle kapıyı açıp içeri girdim. Bu iki adamı görünce anneme yakalanma korkum, problemlerimin en küçüğü haline gelmişti. İşleri neydi ki? Tahmine gerek yoktu. Bu adamlar korumaydı. Ama asıl soru annemin neden korumaya ihtiyacı olduğuydu.

İçeri adım atar atmaz kaçmaya dair her türlü planın imkansız olduğunu anladım. Çünkü annem yalnızca önemli zamanlarda kullandığı en sevdiği fincanlarıyla camın önündeki küçük yuvarlak masasında çok tanıdık gelen bir kadınla çay içiyordu. Ne kadar mutlu ve umursamaz gözükse de beni görünce yüzünden geçen utanç ifadesini gizleyememişti.

Bir dakika. Kapıdaki güvenlikler… Bu kadının giyimi… Ve annemle ne kadar yakın gözüktükleri yalnızca bir kişiyi işaret ediyordu. “Kraliçe Lisa!” gereğinden fazla bağırmış olmam şu an kimsenin umrunda değildi sanırım.

Lisa teyze ve annem küçüklükten beri arkadaşlarmış. Her anlarını beraber geçirmişler. Annemin anlattığına göre Lisa teyze üniversite için Danimarka’daki bir okuldan iyi bir burs almış ve okumak için annemle doğup büyüdükleri Yunanistan’dan taşınmış. Hala daha sonrasının nasıl geliştiğini bilmesem de üniversiteden mezun olduktan birkaç yıl sonra Prens Anton Hansen ile tanıştığını, çıkmaya başladıklarını ve şimdi de evleneceklerini söyleyen bir mektup yollayıp annemin de baş nedimesi olarak orada olmasını istemiş. Birkaç ay sonra da annem yıllardır çıktığı adamla, yani babamla evlenmiş.

İki yıl sonra Prens Edward; ondan yaklaşık iki yıl sonra da ben doğmuşum. Bütün bu karışık yol ayrımlarına rağmen annem ve Kraliçe Lisa görüşmeye devam etmeyi başarmışlar. Ben on iki yaşına gelene kadar çocuklar ve anneler olarak yılda en az üç ya da dört kez konuşur, nadir de olsa buluşurduk. Ama ben on iki yaşımdayken Edward on dört yaşındaydı ve babası, artık bir kral olmanın getirdiği sorumlulukları örenmesi gerektiğini söyleyip onu da yanına almış; bir kral her gün ne yapıyorsa onları yapmaya götürmüştü.

Sonraki on yıl boyunca kraliyet ailesinden hiçbir haber almamıştım ama anlaşılan Kraliçe Lisa ile annem buluşmaya devam etmişlerdi ve bu da o buluşmalardan biriydi. Yani bana ihtiyaçları yoktu. Odama gidip kendi işlerimle ilgilenebilirdim. Kraliçe ile birbirimize gülümsedikten sora odamın yolunu tuttum.

“Kayla’cığım buraya gelebilir misin lütfen? Annenle konuşuyordum ama bu konuyu senin de dinlemeni çok isterim,” yolumu değiştirip masadaki son sandalyeye oturdum. Nedense içimden bir ses bu konuşmanın hayatımı değiştirebileceğini söylüyordu.

“Umarım önemli bir şey yoktur Kraliçe Lisa.”

“Aslında size anlatmam gereken bir şey var. Biliyorsunuz ki Edward’ın artık tahta çıkma yaşı geldi. Anton ve beni de yalnızca tahtta oturup saygı göreceğimiz formalite dolu günler bekliyor,” şimdi dikkatli bakınca gerçekten de Lisa teyzenin yaşlandığını görebiliyordum. Annemle yaşıtlardı ama annemin mavi gözlerinin altındaki kırışıklıklar bana hiç yabancı gelmiyordu, sanki hep oradalarmış gibi. Sanırım insan gözünün önünde değişen şeyleri çok zor fark edermiş sözü doğruydu. “Edward on yıl boyunca bu an için gereken tüm eğitimi aldı. Fakat parlamento onun tahta çıkmadan önce babasının yaptığı her şartı yerine getirmesi gerektiğin söyledi.”

“İyi de on yıldır bunun için eğitim aldığını söylemedin mi?” Annem de en az benim kadar kafası karışık görünüyordu. Ayrıca bu kararın bizimle olan ilgisini de pek anlamamıştım doğrusu.

“Evet, gerekli olan tüm eğitimi aldı ama Anton ve ben, o kral olmadan önce evlenmiştik. Edward’ınsa henüz bir sevgilisi dahi yok. Parlamentonun kastettiği sorun da bu. Taç giyme töreni için Edward’ın kendine bir kraliçe adayı bulduğundan emin olmak istiyorlar.”

“Bu konuşma tahmin ettiğim yere mi gidiyor anlamadım ama umarım oğlunuzla evlenmem için beni götürmeye gelmemişsinizdir,” Lisa teyzeyi hem severdim hem de annemle ilişkisinden dolayı çok büyük bir saygım vardı ama o saygının sınırları üstünde yürüyordu.

“Seni benimle Danimarka’ya gelmen için ikna etmeye geldiğim doğru ama oğlumla evlenmen konusunda zorlayacak değilim. Edward’ın en fazla beş ay içinde tahta çıkması gerekiyor, parlamentonun verdiği süre bu kadar. Ama beş ay Edward’ın biriyle tanışıp yakınlaşması hatta belki evlenme noktasına gelmesi için çok kısa bir süre. Bu yüzden eğer siz de kabul ederseniz Kayla’nın benimle beraber Danimarka’ya gelmesini ve arada bir Edward ile medyaya gözükmesini istiyorum. Yalnızca birkaç aylığına böyle olacak. Parlamentonun sorun çıkardığı haberi henüz çok yeni ve neredeyse hiçbir medya kanalının haberi yok. Dikkat çekmemek için bir an önce geri dönmem gerek. Sen ve Edward birbirinizi bebeklikten beri tanıyorsunuz. Ayrıca sen Danimarka’nın hiç tanımadığı bir yüzsün, belki bu yüzden parlamento daha kısa bir süre de ikna olabilir ve beş aya ihtiyacımız bile kalmaz. Çünkü siz zaten çoktan arkadaş aşamasındasınız,” küçük bir tebessümden sonra devam etti. “Çok uzattığım için özür dilerim. Yalnızca bu konunun kulağa önemsiz gelse de çok önemli olduğunu ve sana ihtiyacımız olduğunu elimden geldiğince belirtmek istedim.”

Umut dolu gözlerle size bakan bir insanı hayal kırıklığına uğratmak istememe duygusunu o an anlamıştım. Sırf üzülmesin diye hiç düşünmeden kabul etmek istiyordum ama söz konusu olan bir noktada da benim hayatımdı.

“İyi ama Edward ile en son on yıl önce aynı ortamda bulunmuştuk. Eminim artık biz de birbirimizi tanıyamayız. Hatırladığım az sayıda şeylerden biri de oyuncak araba koleksiyonu olduğu ve onlarla yarış yaptığı,” geçmişten kareler aklıma gelince gülümsedim ve masada benimle oturan iki güzel kadın da bana katıldı.

“Edward ile ilgili bildiklerinin çoğu değişmemiştir bundan eminim. Değişenlerse küçük şeylerdir. Mesela artık arabaların oyuncağını değil gerçeğini sürmeyi daha çok seviyor. Sıkıntını anlıyorum ama arayı kapatmak için önünüzde birkaç ay olacak, onları kullanabilirsiniz.”

Derin bir iç çekişten sonra Kraliçenin bir bakıma haklı olduğunu hiç istemesem de kabul ettim. “Diyelim ki teklifinizi kabul ettim ve sizinle Danimarka’ya geldim. Okulum ne olacak? Üniversiteden mezun oluyorum ve diplomamı bırakıp tüm kariyer planlarıma ara verip seneye diğerlerinden bir adım geride devam etmek gibi bir şey düşünmüyorum.”

“Eğer gelirsen, diplomanın da Danimarka’ya yollanmasına ve oradayken gelecek planlarını devam ettirebilmen için sana yardımcı olabilirim.”

Elimde olmadan “Pfft,” gibi bir ses çıkardım ve bu fikri değerlendirmem gerektiğini fark ettim. “Bir süre düşünmem gerek. Bu hafta sonundan sonra size cevap verebilir miyim?”

Kraliçenin yüzündeki gülümseme biraz daha büyüdü. Sanırım benden böyle bir cevabı bu kadar kısa sürede beklemiyordu. “Tabii ki, istediğin gibi düşün. Ama ben Pazar günü dönmek zorundayım. O zamana kadar karar verirsen çok sevinirim,” yine gülümseyip çayından bir yudum aldı. Ben de az önce neyi düşünmeyi kabul ettiğimin verdiği şokla odama gittim.

Hayatımın değişmesiyle ilgili olan çimdeki ses haklıymış anlaşılan.

***

Bütün hafta sonu Kraliçenin teklifini düşünüp durdum. Sonunda anladım ki son ben yıldır yaşadığım hayat o kadar sıradan hale gelmiş ki bir sonraki dakika ne yapabileceğimi düşünmem bile gerekmiyordu. Çünkü çoktan var olan bir plan oluyordu ortada. İki gün önceden her şeyimi planlayıp yaşamaya o kadar alışmıştım ki geçici de olsa yeni bir hayat fırsatını düşünüyor olmak bile bana çok yabancı geliyordu.

Uzun bir süre seçeneklerimi gözden geçirip iyice düşününce aslında annemin sahip olması gereken monoton hayatı bu kadar genç bir yaşta benim yaşadığım sonucuna vardım. Annemle kimliklerimizi değiştirmiş gibi yaşıyorduk. Annem her sabah erkenden evden çıkıp bir öncekinden bambaşka geçen bir günün anılarıyla akşam geri geliyordu. Sanki o benim kızımdı.

Bu acı gerçeklerin hiçbiri tüm hafta sonu aklımdan çıkmadı. Sonunda Pazar günü kalkar kalkmaz kendimi kraliçenin anneme verdiği numarayı çevirirken buldum.

“Alo, Kayla’cığım? Ben de bugün seni arayacaktım. Umarım kararını olumsuz vermemişsindir?” sesinin tonu soru sorar gibiydi.

“Evet! Yani hayır, cevabım olumsuz değil. Teklifiniz hala geçerliyse kabul etmek isterim.”

“Tabii ki teklif hala geçerli. Konuştuğumuz her şeyde ciddiydim. Yalnız Danimarka’ya beraber dönersek biraz fazla dikkat çekebiliriz. Ben normalde bu akşam seni arayıp cevabını öğrendikten sonra gidecektim ama madem sen şimdiden cevabını verdin, o zaman birazdan uçağı hazırlatıp yola çıkarım. Sana da akşama birinci sınıf bir bilet aldırırım. Senin için bir sorun var mı?”

Kraliyet ailesinin bir uçağı olmayacak da kimin olacaktı ki? “Hayır, benim için de sorun yok. Yalnızca, yanıma nasıl giysiler almalıyım?”

“En sevdiğin, günlük hayatta kullandığın birkaç parça alabilirsin. Zaten oradayken sana giysi konusunda yardımcı olacak kişiler olacak.” Tabii ki!

“Peki, teşekkürler.”

“Danimarka’da görüşürüz canım.”

“Görüşürüz Kraliçe Lisa.” Telefonumu kapatır kapatmaz bavullarımı hazırlamaya başladım. Ne olur ne olmaz diye neredeyse tüm dolabımı yanıma aldım. Hazırlanma işi düşündüğümden de uzun sürdü. Annemle de biraz oturmak için içeri gittiğimde hava çoktan kararmaya başlamıştı.

Anneme aldığım kararı söylemek sandığımdan daha kolaydı. Çünkü bu konu açıldığından beri benim gitmemi istiyordu. Ona göre bir halka geleceğin kraliçesi olarak tanıtılma fırsatı sahte bile olsa her gün herkesin ayağına gelecek bir fırsat değildi. O yüzden beni yüzünde onay ve gurur dolu bir gülümseme ile neredeyse yarım saat kucakladı ve sonunda ayrılınca havaalanı için taksi çağırdı.

“İyi ama anne, daha uçağın kalkmasına saatler var!”

“Biliyorum tatlım. Zaten önce alışveriş yapacağız!” Benim en yakın arkadaşım annemdi. Bu nedenle onunla alışverişe çıkmak bana göre yapmayı sevdiğim şeyler listesindeydi.

Tüm alışveriş boyunca ben mağazalarda farklı giysilere bakarken annem kitapçıdan “NASIL PRENSES OLUNUR SERİSİ” ve “İYİ BİR KRALİÇE OLMANIN 100 ADIMI” gibi daha önce varlığını bile bilmediğim kitaplar alıp durdu. Uçağa binerken de aldığı kitapların hepsini bir şekilde el çantama sığdırmayı başardı.

Uçuş beklediğim gibi çekilmez geçti. Hiç durmadan düşünmekten dolayı aldığım karardan pişman olmaya başlamıştım ki yere indik, ben de kendime geldim. Artık vazgeçemezdim. Bu olay annemin de dediği gibi her gün yaşanan türden değildi. Belki de annemin bunca yıl Danimarka kraliçesi ile olan arkadaşlığı bir şekilde benim de işime yarayacaktı.

Kraliçe Lisa, Edward’ın bir kız arkadaşının bile olmadığını söylemişti. Hatırladığım kadarıyla on dört yaşındayken dahi öyle çirkin biri değildi. Bir türlü şekil alamayan dağınık açık karamel rengi saçları vardı ve aynı açıklıkta kahverengi gözleriyle gayet tatlı bir çocuktu. Acaba geçen on yıl onun üzerinde nasıl bir etki yaratmıştı? O canlı, hiperaktif çocuk şimdi asosyal yalnız bir prense mi dönüşmüştü? Ne olursa olsun isteyeceğim en son şey, çirkinleşmiş bir Edward’dı.

Uçaktan inip bavulumla havaalanından çıkana kadar önümdeki birkaç ayı en berbat senaryolarla hayal edip durdum. Hangi arabaya ya da bekleyen insanlardan kimin yanına gideceğimi bilmiyordum. Ama fark etmiştim ki biraz ayakta dikilince çevredekilerden biri mutlaka seni almaya geliyordu. Ben de durdum ve yalnız başıma etrafa bakınmaya başladım. Sonunda takım elbiseli, gözlüklü kel bir adamın yüzünde kocaman bir gülümseme ve elinde benim adım yazılı bir kağıtla bana doğru geldiğini gördüm.

“Kayla Petridis?” Kraliçe Lisa’da olmayan bir aksanı vardı ve bir şekilde kulağa çok tatlı geliyordu.

“Merhaba,” olabildiğince normal davranmaya çalıştım ama gerçekten çok utanıyordum. Bu hiç de alışık olduğum bir durum değildi.

“Danimarka’ya hoş geldiniz Bayan Petridis. Ben Simon, size saraya kadar eşlik edeceğim. Kraliyet ailesi sizi orada bekliyorlar.”

“Kayla diyin lütfen.”

“Pekala, Kayla,” yüzünde samimiyetim hoşuna gitmiş gibi gözüken bir ifadeyle valizlerimi aldı ve o önde ben arkada çok sıradan gözüken küçük beyaz bir arabaya doğru ilerledik. Daha çok limuzin gibi bir araç hayal etmedim deseydim yalan olurdu. Ama sanırım çok dikkat çekmemek için bu aracı tercih etmişlerdi ki benim için hiç sorun yoktu.

Yolda trafik yoktu ve saat farkından dolayı burada hava daha yeni kararmaya başlamıştı. Çevreyi izlemekten arabada ne kadar kaldığımızı bilmiyordum. Araç sarayın önünde durunca bir süre hareket edemedim. Filmlerdeki saraylara benziyordu ama çok daha büyüktü. Zaten bahçesinden şampanya rengi evin girişine ulaşmamız arabayla bile neredeyse yirmi dakika sürmüştü.

Labirent gibi duran yeşil çalılar çakıl araba yoluna çerçeve olmuş, toplamda üç kulesi olan sarayın tam önünde de küçük bir süs havuzundan yol ortasına göbek yapılmıştı. Yalnızca bir aile bu kocaman yerde nasıl kalabiliyordu? Ben olsam geceleri huzursuzluktan uyuyamazdım. İyi ki burada yaşamıyorum diye sevinsem de hemen sonra sesli bir şekilde yutkundum. En azından önümüzdeki birkaç ay dışında…

Evin kapılarını iki şık giyimli hizmetkar açtıktan sonra taş ve altın süslemeli yüksek tavanı neredeyse gölgede bırakacak bir avizenin ortaladığı iki tane dönmeli merdiven karşıma çıktı. Yüzündeki gülümsemeyi bir an bile bozmayan Simon beni kocaman merdivenli holün bir yerinden geçirdi, hangi kanat olduğuna dikkat etmemiştim. Giriş kadar ihtişamlı olmasa da yine kocaman bir salona çıktık.

Sarayın içini ben döşeseydim kesinlikle bu kadar ağır tonlu mobilyalar seçmezdim. Yalnız yaşayacaksam az da olsa neşeye ihtiyaç duyardım. Fakat bu kadar büyük ve ihtişamlı bir saraya da benim seçeceğim mobilyalar ne kadar giderdi tartışılır bir konu. O yüzden bu birbirinden ağır ama ayrı bir şıklığa sahip parçalar çok da fena olmamıştı.

Salonun girişine kapı yerine büyük bir geçit yapılmıştı. İçeri girer girmez etrafta dolaşan atmosfer sıcacık bir duyguyla tüm benliğinizi ısıtıyordu. Yine de şu an bulunduğum noktadan kim bilir kaç neslin gelip geçtiğini duvarları süsleyen eski aile bireylerinin tablosuyla düşünmeden edemiyordum ve bu da o sıcak duyguyla beraber tüylerimi ürpertmeye yetiyordu.

Tam ortada bordo rengin ağırlıklı olduğu kocaman bir İran halısı vardı. Halının çevresinde karşılıklı bakan kahve tonlarında minderli koltuk takımının üçlüleri duruyordu. Takımın geri kalan ikili koltukları da şöminenin karşısına yerleştirilmişti. Ve en tepede de tamamı büyük pırlanta benzeri taşlardan oluşmuş bir avize yer alıyordu. Yalnızca bu avize bile odaya saray havası vermeyi mükemmel derecede iyi başarmıştı.

Uzun koltuklardan birinde Kral Anton olduğunu düşündüğüm kendinden emin ve Kraliçe Lisa gibi yaşını almış bir adam oturuyordu. Kraliçe beni görünce ayağa kalkıp zaten ayakta olan ama sanırım egosu ve kibrinden dolayı olsa gerek benim dışımda her yere bakıp sırıtan birinin yanına gitti.

Beni gördüğüne sevinen tek kişi kraliçeymiş gibi duruyordu. Kral Anton istifinden hiçbir ödün vermeden oturuyor, artık bitse de çok önemli olan ama hiçbir zaman sonuçlanmayan devlet işlerime dönsem bakışlarıyla kapıyı inceliyordu.

Artık odadaki herkesle yüz yüze duruyordum ve şimdi ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Hem ben buraya yalnızca Edward’a yardımcı olmak için gelmiştim. Karşılığında hiçbir çıkar elde etmiyordum ama yine de beyefendi beni karşılayamayacak kadar meşgul müydü? Bana ihtiyaçları olduğunu Kraliçenin kendisi söylemişti. Nasıl bir tezatlıktı bu?

Simon öne doğru hızlıca eğilip aklımda dolaşan bu düşüncelerden beni kopardı. Sanırım reverans yapıyordu ve benim de yapmam gerekiyormuş gibi bir his içime doğdu. Tam beceriksizce Simon’u taklit etmeye çalışıyordum ki Kraliçe Lisa elini omzuma koyup bana engel oldu.

“Ah Kayla’cığım! Saçmalama lütfen. Resmi olmasa da aileden sayılırsın.” Birbirimize sıcak bir şekilde gülümseyince bana sarıldı ve geri çekilsek bile kolumdaki temasını kesmeden devam etti. “Kral ile tanışmadığınızı biliyorum ama kendisi seninle ilgili çok şey biliyor ve sana en az benim kadar minnettar,” koltukta oturan adamı işaret etti ve ben de o yöne baktım. Kral hiçbir şey söylemedi, yalnızca bana bakıp resmi şekilde gülümsedi ve bakışlarını tekrar kapıya yöneltti.

Ben de bakışlarımı tekrar Kraliçeye döndürdüm. “Edward’ı hatırlıyorsun zaten,” az önce yanına gelip durduğu genç adamın omzuna elini koydu ve ben de yüzüme küçük bir tebessüm koyup şaşkınlığımı gizlemek için elimden geleni yaparak bakışlarımı kaldırdım.

Gerçekten oydu! Uzaktan görsem ve adını hiç bilmesem çok büyük bir ihtimalle tanımazdım ama şu an bulunduğumuz yerlerden o tanıdık kahve tonuna sahip gözleri rahatça görüyordum. Saçları eskiye göre biraz daha koyulaşmıştı ama karamel rengini ve benzersiz şeklini kaybetmemişti. Bir prenste olabilecek ve yadırganmayacak kadar uzun olan kirli sakalı yüzünü kaplıyordu.

Onu detayla incelediğimi fark edince küçükken bile hayranı olduğum gülümsemesiyle bana bakmaya devam etti ve bir an sağ yanağındaki küçük gamzesi ortaya çıktı. Bu fikri nasıl ve neden birden bire düşündüğümü bilmiyordum ama iyi ki bu oyun anlaşmasını kabul etmiştim.

Utanarak başımı çevirdim. Amacım yüzümün kızardığını görmemesiydi ama gülüşünü saklamaya çalışırken çıkardığı ses üzerine başarısız olduğumu anladım.

“Hoş geldin Kayla. Geçen on yıl içinde gayet değiştiğini görüyorum,” gamzesi giderek derinleşiyor muydu yoksa bana mı öyle gelmişti? Ayrıca konuşunca Simon’daki aksanın çok daha derininin ses tonuyla bütünleştiğini fark etmiştim. Bir an bayılacağım sandığım yalan değil.

“Merhaba Edward. Ben de senin için aynısını söyleyebilirim,” yüzümün hala domates gibi kırmızı olduğuna bahse girebildim. Ne kadar uzun ya da kısa olduğunu kavrayamadığım bir süre boyunca birbirimize gülümsemeye devam ettik.

“Böldüğüm için özür dilerim ama hava giderek karardığından dolayı geçen zamanı nasıl telafi edeceğinizi falan yarın planlamanızı tavsiye ediyorum. Kayla’cığım seni bir süre bir otelde ağırlamamızda bir sakınca var mı?”

Yüzümdeki gülümseme sanki oraya montelenmiş gibi bozulmadan bakışlarımı Kraliçeye döndürdüm. Ve yavaşça kafamı sorun olmaz anlamında salladım.

“O halde Simon seni otele götürsün. Yanında hiçbir şey görmüyorum sanırım tüm eşyaların araçta.”

“Evet, hepsi arabada. Her şey için teşekkürler.” Kraliçeyle sarıldık, Kral ile yine bakıştık. Tam Edward’a dönmüştüm ki Kraliçe Lisa tekrar araya girdi.

“Asıl biz teşekkür ederiz canım. Her şey için,” bir kez daha birbirimize gülümseyince Simon’a döndüm.

“Simon, yolu senin göstermen gerekiyor. Buraya yön bulacak kadar alışana dek eve döneceğime eminim,” odadaki herkes benimle gülünce içim biraz rahatladı. Sanırım buraya ait olma hissim yavaşça oturuyordu.

Tam Simon bana yolu göstermek için önüme geçiyordu ki Edward elini omzuma koyup aramıza girdi. “Eğer izin verirsen Simon, Kayla’yı oteline ben bırakmak isterim,” Edward’ı küçüklüğümüzde hiç bu kadar kendinden emin gördüğümü hatırlamıyordum. Genelde oyunları yöneten ve kuralları belirleyen hep ben olmuştum. Ama Simon’dan gerçekten izin istemediğini anlamak için çok da zeki olmaya gerek yoktu. Adamın bakışı kan kurutmaya yeter hale gelmişti.

Bir cevap bile beklemeden beni belimden tutup salonun dışına doğru yönlendirdi. Neden ya da nasıl bilmiyordum ama Edward’ın dokunuşunu üzerimde hissedince birden dokunduğu yer karıncalanmaya başladı. Sanırım ne kadar eskiden tanışırsanız tanışın bir Prens, özellikle Edward gibi bir prens, size dokununca böyle hissetmeniz çok doğaldı.

Belki bu defa bir şekilde yolları öğrenirim diye arabaya giderken geçtiğimiz yerleri dikkatle incelemeye başladım. Araca binince geçtiğimiz yerleri kafamda tekrara etmeyi denedim ama başaramadım. Bir dahaki sefere hava kararmadan artık diye içimden geçirdim.

Dikkatimi yanımdaki şoför koltuğuna oturan Edward’a çevirdim. İkimiz de yerleşmiştik ama hala hareket etmiyorduk. Bakışlarım, beni izleyen bakışlarına kayınca neden olduğunu anladım. Bu defa bakışlarında içerideki neşe ya da alaydan farklı olarak merak vardı. Bir de belki hayranlık? Onu beni izlerken yakalayınca bile başını çevirmedi ve acaba şaşı mı diye düşünmeden edemedim.

“Bir sorun mu var?” Hala bana bakıyordu.

“Yok bir şey,” ve kafasını çevirdi. Yolun geri kalanını sessizlik içinde geçirdik. Saraydan sonra bile gözüme yeterince lüks gelmeyi başaran bir otelin bahçesinde durduk ve Edward arabadan inip benim tarafıma gelmeye başladı. Ne yapmak istediğini anladım ve onu bozmamak için kapımı bana açmasına izin verdim. Sanırım başka birine hizmet etmeye alışkın değildi ve bu gerçeği de robot gibi hareketlerini kasarak saklamaya çalışıyordu.

Fakat bu konuda başarısız olduğunu fark etmediği için sanki çok zor bir iş başarıyormuş gibi etrafına gurur dolu gülüşler saçıyordu. Bagajdaki valizlerimi de yüzündeki gülümsemeden bir kez olsun taviz vermeden beceriksizce eline aldıktan sonra beni otelin içine doğru yönlendirdi. Kahkaha atma isteğimi gülümseyerek bastırmaya çalıştım. Bu kasıntı halinde bile şeker gözüken bir çekiciliği vardı.

İçeri girer girmez müdüre benzeyen takım elbiseli gergin bir adamla bir belboy yanımızda bitti. Belboy tek hamleyle Edward’ın elinden bavullarımı aldı. Öteki adamsa ona eşyaları kral süitine götürmesini söyleyince müdür oluşunu doğrulamış oldu.

Bize dönüp Edward’a kısa bir reverans yaptı. “Size nasıl yardımcı olabilirim Majesteleri?” Bakışları Edward’dan bana kaydı ve beni baştan ayağa süzüp ucuz bir kot ve mor bir kazak giydiğmi görünce yüzünde utanç zilleri çaldı. Belli ki bizi yakıştıramamıştı. “Hanımefendi yardımcınız mı? Ona da bir oda ayarlamamı ister misiniz?” Düzeltiyorum, bizi yakıştırmadığı KESİNDİ.

“Hayır, Bayan Petridis benim için çok önemli bir misafir. Az önce süite çıkan eşyalar ona aitti. Onun burada en iyi şekilde ağırlanmasını istiyorum,” sesi çok ciddi ve mesafeliydi. Birden tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

Müdür de bana yakın bir şeyler hissediyor olmalıydı. Çünkü sesi istemese de titremişti. “Tabii ki efendim. Çok özür dilerim. Buyurun Bayan Petridis. Sizi odanıza götüreyim,” bana birkaç adım ötemizdeki asansörleri işaret etti. Bense sebebini bilmediğim bir stres dalgasının bedenimi ele geçirmesiyle ne yapacağımdan emin olamayarak dönüp Edward’a baktım ve o yöne doğru bir adım attım.

Bir şeyler düşünüyor gibiydi. Neden sonra elini omzuma koyup beni durdurdu ve az öncekinden kat kat daha fazla ürkek gözüken adama döndü. “Aslında onu odasına ben götürmeyi planlıyorum,” bu adam aramıza girdiğinden beri havada bir gerginlik vardı.

“Nasıl isterseniz Majesteleri. Ben arkanızda olacağım.”

“Yolu biliyorum,” adama başka bir şey söylemesine ya da bakmasına gerek yoktu. Vermek istediği mesajı ben bile almıştım. Müdür de yüzünü assa bile daha fazla beklemeden elinde tuttuğu oda anahtarını Edward’a uzattı ve yanımızdan ayrıldı.

Az önce üçümüzün arasında gidip gelen elektrik yüklü hava birden yumuşamıştı. Edward gözlerime baktı ve biraz önceki sahne için özür diler gibi gülümseyip elini bana doğru uzattı. “Gidelim mi?” Biraz tereddüt ettikten sonra elini tuttum. Bunu hiç beklemiyormuşçasına meraklı gözler ve giderek aydınlanan bir gülümsemeyle bana baktı. Ama ben ona bakmadım. Nedenini bilmediğim bir şekilde utandım ve yüzümün kızardığını hissettim.

Odamın kapısına gelene kadar Edward bana bakmayı sürdürdü ama yüzündeki sırıtış çoktan gitmişti. İkimiz de durana ve ben artık gözlerine bakacak duruma gelene kadar bir şey demedim ama arabadayken de bana böyle bakmıştı. Giderek sinirleniyordum. “Bir sorun olmadığına emin misin?”

“Ne gibi?” Sesi öyle yumuşaktı ki bana baktıkça içimi görebiliyormuş gibi hissettim.

“Bilmiyorum ama bana bu kadar uzun süre bakınca kendimi garip hissediyorum.”

Cevap vermedi.

“Ne düşündüğünü söyleyecek misin?” sabrımı taşırmak üzereydi. Bir Prense saygısızlık etmek istemezdim ama beraber büyüdüğüm arkadaşıma istediğim gibi davranabilirdim. Edward da şansını zorluyordu.

Ben yere vuran ayağımın ritmini hızlandırdıkça o sessiz kalıp beni incelemeyi sürdürdü. Bir süre daha konuşmadan durdu ve yüzüne gamzeli, bilmiş bir bakış koyduktan sonra hala avucunda olan elimi bırakıp “Ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum,” dedi. Ve bir daha arkasına bakmadan gitti.

[1] Başrollerini Tommy Lee Jones ve Will Smith’in paylaştığı, Barry Sonnenfeld tarafından yönetilen 1997 yapımı bir Amerikan filmi.

02 Mart 2023 21:41 0 Rapor Yerleştirmek Hikayeyi takip edin
0
Sonraki bölümü okuyun Bölüm 2

Yorum yap

İleti!
Henüz yorum yok. Bir şeyler söyleyen ilk kişi ol!
~

Okumaktan zevk alıyor musun?

Hey! Hala var 10 bu hikayede kalan bölümler.
Okumaya devam etmek için lütfen kaydolun veya giriş yapın. Bedava!