Short tale
4
7.3k VIEWS
Completed
reading time
AA Share

Nikah Yüzüğü

Yine soğuk bir sabah. Yataktan çıkmak ne kadar zordur böyle sabahlarda, bilirsiniz. Daha gün ışımamış bile. Durakta dolmuş beklemek bir işkence. Az ya da çok beklemek; bunu belirleyen hiçbir kriter yok. Tamamen şans. Belediye vatandaştan çok dolmuşçuların rahatını düşünüyor sanki. Şimdi soğuk yağmuru yiyince biraz ayılırım. İş yerine varınca bir de sıcak çorba söylerim, oh. Tamam, o zaman kendime gelirim işte. Şöyle bir bakıyorum da bu şehre geleli yıllar oldu. Kırka merdiven dayadım. Kardeşim Nazif de otuz iki-otuz üç olmuştur herhalde. Birbirimize kavuşalı altı yıldan fazla oldu. Aramız çok iyi şimdi. Yaza evlendiriyoruz kendisini. Birlikte çalışmaya başladığımız ilk zamanlar bu kadar iyi değildik. Kötü de değildik ama arada bir soğukluk vardı. İki yabancı gibiydik. Evini, nerede oturduğunu bile bilmezdim. O da benimkini bilmezdi. Sadece işyerinde görüşürdük. Onun evvelinde de annemizin evinde görüşmüştük hep. Aynı çatı altında olduğumuz nadir zamanlardı.

Dükkanı kapayıp, otomatik kepenkleri indirir indirmez topuklardık kendi evlerimize doğru. Her akşam düello yapan adamlar gibi ayrı istikametlere yürürdük. Birbirimizden kaçar gibiydik. Kendi dünyalarımıza çekilirdik. Belli bir yaşa kadar ayrı yerlerde yaşayıp, birbirimizi hiç tanımadan büyüdüğümüz için böyle olmuştur. Hata varsa çoğu bendedir. Ondan daha büyük olduğum için, belki de benim daha çok çabalamam lazımdı. Asıl benim ona kendimi tanıtmaya çalışmam gerekirdi. Belki de yapım gereği ben daha çekingen durdum. Ben çekingen durunca, o da ne tepki vereceğimi bilemedi belki de. Bir musibet bin nasihatten iyidir derler. Başımıza o iş geldikten sonra her şey değişti. Musibet bile olsa, iyi ki yaşamışız diyorum. Her işte bir hayır vardır.

Nihayet dolmuşa bindim. Şanslıyım bugün oturdum. İstemsizce başımı cama yasladım. Başımıza gelen o hadiseyi hatırladım yeniden. Yine böyle bir dolmuştaydım. Gözlerim kapanmıştı; uykuya dalar gibi olmuştum. Ön koltuktaki yolcunun telefon sesiyle irkildim. Telefonu açıp konuşmaya başladı adam, sessiz olmaya çalışıyordu:

'Evet ben aradım. Bir şey söyleyecektim.'

...

’Evet, uyuduğunu anladım zaten. Sabah görünce döner dedim. Bir daha aramadım o yüzden; rahatsız etmemek için.’

...

‘Deniz'i görmeye geleceğim yarın. İznin olursa eğer; çok özledim.’

...

'Ama bir ay oldu.'

...

’Bir de şey vardı... Paraya sıkıştım ama nikah yüzüğümü satmak istemiyorum.’

...

‘Sen alsan ya yüzüğü benden. Sende dursa ya. Param olunca geri alırım senden. Almaya gelmezsem götürüp satarsın. Yabancıya gitsin istemiyorum. Hatırası var sonuçta. Sen çalışıyorsun. Kenarda köşede biraz birikmişin vardır dedim.’

Karşı tarafın sesi bu kez gayet anlaşılırdı. Belki adam yanlışlıkla konferans tuşuna dokundu ya da kadın bağırmaya başladı. Tüm dolmuşun duyduğu sesler duvara giren birer çivi gibiydi:

‘Git yüzüğünü ne yaparsan yap! Atıyon mu satıyon mu! Yoksa bir tarafına mı...’ Yüzüne kapatılan telefonu hızla cebine geri koydu adam. Yüzü de kıpkırmızı olmuştu. Sohbetin gelişimini bilmeyen yolcular adama tuhaf baktılar. Ben de gözümü kapatıp ineceğim durağa kadar kestirmeye çalıştım. Durağıma gelince kapıya yanaştım, indim. Telefonla konuşan adam da indi. İstemsizce baktım yüzüne. Biraz da acıyarak baktım. Neler hissettiğini anlamaya çalıştım. Yüzünden pek bir şey okunmuyordu ama zor bir durumda olmalıydı. Yürüyüp öbür istikamete gitti. Durup arkasından baktım kaybolana kadar.

Üzgün insanlarla bağ kurarım böyle hemen. Tüm üzgün insanlar kardeşimdir. Benim gibidirler. Gerçekten üzgün insan isteseler de kötülük düşünemezler. Ya da bana öyle geliyor bilmiyorum.

Aynı gün öğleye doğru, aklımın bir köşesinde kalan minibüsteki yabancıyı, kuyumcular caddesindeki vitrinlere bakarken gördüm. Girsem mi? Girmesem mi? diye ikircikli; hangi dükkanın önünde durduysa hep, aynı çelişkili vücut dili. Bizim dükkan da kuyumcudur bu arada; o konuya sonra geleceğim. Ben o sırada kendi dükkanımızın önünü süpürüyordum. İşi bırakıp yine O’nu izlemeye başladım. Adam cebindeki yüzüğü çıkartıp bakıyor, eliyle tartıyor, ağırlığını anlamaya çalışıyor, sonra cebine geri koyuyor, cebinden geri çıkartıp parmağına takıyor. Vazgeçip yoluna devam eder gibi oldu, ama gözü hala dükkanların vitrininde. Bir ara tekrar durdu yüzüğü parmağından çıkarıp diğer eline taktı. Onu izlediğimden habersiz nihayet benim dükkanın önüne kadar geldi. Göz göze gelince içeri buyur ettim. Şaşırdı.

‘Yok abi müşteri değilim.’

’Yok’ dedim. ’Olsun biz de çay içeriz.' Adam karar vermekte zorlanınca koluna girip dükkana sokmaya çalıştım. Görenler adam kaçırıyorum sanırdı.

'Sen gel belki bir ihtiyacın vardır. İster al ister alma, ama mutlaka yakından bak.' Ömrümde hiçbir şey için bu kadar ısrarcı olmamıştım belki de. Adam ise hâlâ nazlanıyordu. Son bir kez daha denedim. Sonra gitmesine izin verecektim.

'Bak kanka! Çaycı Ahmet’ten sabah çayı içme fırsatını tepersen üzülürsün.’

Sonunda adamı dükkana soktum. Demek ki müşteri, ticarette böyle kapılıyormuş. Yani belli ki böyle kapılmalı. Her kapının önünden her geçeni, böyle diller dökerek dükkana atsam kesin satış rekoru kırarız. Neyse uzatmayım, birer çay söyledim hemen.

‘Abi ben sizi meşgul etmeseydim’ dedi. Elimdeki süpürgeyi kapının arkasına geri koydum.

’Yok’ dedim. ‘Meşgul etmezsin. Her gün mutlaka yoldan geçen birini çevirir, tanımasam bile çay ısmarlarım. Adetimdir. ’ Attığım yalana kendim bile inandım.

‘Bak’ dedim sonra. ’Ben her türlüsünden bir sarrafım. İnsanı bile yüzünden tanırım. Senin bir derdin var. Söyle bilelim. Belki halledeceğimiz bir şeydir. Belki elimizden bir şey gelir.’
Sabah dolmuşta, hemen arkasında oturan adam olduğumu çok mu belli ediyordum acaba?

‘Yok abi’ dedi. ’Çok şükür her şey yolunda’

O sırada kardeşim Nazif dükkanın önünden geçti. Şöyle bir bakış attı dükkandan içeri. Bir kol selamı verdi, sonra bir şey demeden geçti gitti. Bazen o tarafa geçerdi bazı işler için. Bazen de bu tarafa. Hep dükkanın önünden geçer, şöyle bir bakış atardı. Nerelere gider bilmezdim. Sonuçta burada büyümüş. Benden iyi biliyor. Benden daha çok insan tanıyor.

Ben bunları düşünürken bir sessizlik olmuştu. Ama uzun sürmedi. Aklımda Nazif olduğu için onunla konuştuğumu hayal ettim. İlerde onunla yapmayı düşündüğüm konuşmanın bir provasıymış gibi adama seslendim.

‘Bak kardeşim bir derdin varsa çekinmeden anlat bana. Ben halden anlarım.’ Çocuk durdu düşündü. Kafasındaki düşünceleri birbiriyle tokuşturdu. Ölçtü biçti. Sonunda ağzını açtı.

’Bir yüzüğüm var abi.’ dedi. ’Satmam lazım ama satmak istemiyorum. Böyle bir şey yaparsam kendimi asla affetmem.’

‘Bak kardeşim. Bu yüzüğünün nasıl bir anlam taşıdığını tahmin edebiliyorum. O yüzden senden bunu değerinde alıp kasaya koyacağım. Paran olduğu zaman gelip geri alacaksın. Anlaştık mı?’ Bu fikir o an aklıma gelmişti. Bunu daha önce planlamamıştım.

’Ya hemen gelemezsem?’

’Sen ne zaman istersen o zaman gel güzel kardeşim. Bu dükkan ayakta durdukça yüzüğün emanetimdir.’ Hala kuşkuları bitmemiş gibiydi.

‘Bak dostum; ben ne tefeciyim ne de rehinci. İhtiyacı olanlara böyle davranmak benim boynumun borcu. Kendimi böyle mutlu hissediyorum. Aklında hiçbir şüphe olmasın. Yüzüğün burada. İstediğin zaman gel ve al. İstersen yarın gel, istersen on yıl sonra gel. Fark etmez.’

‘Abi seni Allah yolladı’ dedi birden sevinçle.

‘Ben zaten buradaydım’ dedim ’Sen geldin ya’

‘Doğru ya!’

Gülüştük. Sonra yüzüğü tartıp parasını verdim. Parayı saymadan cebine koydu. O sırada Nazif de geldi.

’Nazif’ dedim yüzüğü gösterdim. ’Bu yüzük kasada duracak kardeşim.'

‘Tamam abi’ dedi.

’Geldiği zaman bu beyefendiye...'

'Abi ben Cüneyt.''

'Memnun oldum kardeşim. Kusura bakma tanışmayı unuttuk. Ben de Mahir'

'Cüneyt beye, ben olmasam bile alış fiyatından geri ver kardeşim’

’Tamam abi. Nasıl istersen.’

'Adını bile bilmediğin adama iyilik mi yapıyorsun?' dese vereceğim cevap yok.

Bir ay geçti, Nazif’le ben yine aynı. Bir türlü frekansı yakalayıp iki kardeş kardeş gibi konuşamıyoruz. Çareler arıyorum durmadan ama kafam çalışmıyor bu konuda. Ben böyle kıvranırken bir ay sonra yüzüğün sahibi yanında bir kadınla çıkageldi.

’Merhaba’ dedi ’Beni hatırladınız mı?’

‘Evet’ dedim. ’Cüneyt nasılsın?’ İsmini unutmamışım hayret.

‘İşte eşim.’ dedi ’Biz barıştık abi. Yüzüğü geri almak istiyorum’

’Bak’ dedim Nazif’e ’Hatırladın mı arkadaşı?’

’Hatırladım abi. Hayırlı olsun kardeş. Sizin adınıza sevindim.’ dedi. ‘Abi biraz dışarı çıkmam lazım.’

'Tamam' dedim. 'Sen işine bak.'

Bizi baş başa bırakıp gitti. Biz oturduk. Uzun uzun konuştuk, sohbet ettik.

’Ben hiç evlenmedim’ dedim. ’Bilmem bu işleri ama sevmek sevilmek güzeldir. Barışarak iyi yapmışsınız.’

Yanlış anlaşılmaya kurban gitmişler. İftiraya uğramış Cüneyt. Uzun zamandır onda gözü olan bir kadın, kıskançlığından iftira atmış. Kadının başına büyük bir dert gelince, bunu ettiği kötülüğe yorup pişman olmuş. Tövbeler etmiş, özür dilemiş. Böylece olayın aslı da anlaşılmış. Ama çoktan boşanmışlar. Yeniden evleneceklermiş. İlk evlendiklerinde düğün yapamamışlar, şimdi büyük bir düğün yapacaklarmış falan filan. Bu minvalde şeyler anlattılar. Cüneyt, kadının babasının yanında çalışıyormuş, boşanma aşamasına gelince ayrılmak zorunda kalmış. Barıştıkları için işine şimdi geri dönmüş. Ama çalışamadığı dönem çok arasa da iş bulamamış. Borç içinde yüzüp durmuş aylarca.

‘Birkaç aya toparlarım ben abi.’ dedi. Yine de yüzüğü geri alabilecek kadar parayı çıkartıp avucuma koydu. Ben de yüzüğü kasadan çıkartıp Onun avucuna bıraktım. Hemen parmağına geri taktı.

’Abi’ dedi Cüneyt, ’Seni düğünüme beklerim. Hatta nikah şahidim ol. Bana büyük iyilik yaptın, bunu ömrümce unutmam.’

’Önemli değil; unut gitsin Cüneytciğim. Böyle şeyler olabilir. Bugün sana olur yarın bana. Düğün işini de kafaya takma. Tarih yaklaşınca davetiyeyi yolla. Büyük bir aksilik olmazsa seve seve gelirim.‘

Biraz daha oturup gittiler. Sonra ara ara yine geldiler. Çocuklarını da getirdiler birkaç defa. Mütemadiyen, haftada en azından bir kere görüşmeye devam ettik. Böylesine güzel bir ailenin bir iftira yüzünden bu kadar sarsılmış olması insanın zorunda gidiyordu doğrusu. Böyle bir badire atlatmış olmaları beni onlara daha da yakınlaştırdı. İyiden iyiye ısındık arkadaş olduk böylece. Eşi gelemese bile Cüneyt hep uğradı. Düğün hazırlıklarından, işten güçten, çocuklarının mutluluğundan bahsetti. Başta anlatmaktan kaçınsam da sonunda ben de ona kendi hikayemi anlatmak mecburiyeti hissettim.

Koca Dünya’da bir Nazif’im var. Annem de vardı bir zamanlar. Geç kavuştuk tez ayrıldık. Bir de küçük halamız vardı. O’nu da çok seyrek görürdük.

’Talihsiz yavrum keşke baban iyi bir adam olsaydı.’ der dururdu. Aramızda sadece bir yaş vardı, yine de ‘Yavrum’ diye seslenirdi. Annesiz büyürken bana böyle demesi hoşuma giderdi. Ah annem, ikinci kez terk ettin beni. Kızmadım sana, anlıyorum. Beni babama bırakıp ilk terk edişinde de kızmamıştım. Hatta sevinmiştim kurtulduğunuz için.

Çoğu gece gizlendiğim yerde ağlarken onları düşünüp iyi olmaları için hep dua ederdim. Nazif, o zaman daha üç yaşındaydı. Ben on yaşındaydım. Babamın bize ettiği zulüm artık tahammül edilemez bir noktaya ulaşmıştı. Annemin niyeti bizi kurtarabilmekti. Kardeşimi alıp kaçmaya hazırlandığı gün, ben yine misafir odasında sedirin arkasındaki duvarın içindeki oyukta saklanıyordum. Babamdan kaçıp hep oraya saklanırdım. Orası benim gizli sığınağımdı. Bazen saatlerce hiç çıkmazdım. Çoğu zaman uyur kalırdım. Ertesi gün mecburen çıkar, bu kez faiziyle dayağımı yerdim. Annemle kardeşim gittikten sonra da saklanmaya devam ettim ama hiç dayak yemedim. Babam her şeye küstü onlar gidince. Bana da küstüğünü dövememesinden anladım. Dövüp eskiye dönsün diye çok bekledim ama artık ne dövdü ne de bana bir kelime söyledi.

Böylece yıllar geçti. Yarım yamalak yaptığım bağ bahçe işleri karşılığında konu komşudan yiyip içerek büyüdüm. Lise çağlarına kadar böyle geldim. Köydeki öksüze herkes sahip çıktı. Ellerinden gelen yardımı eksik etmediler benden. Bir de kız vardı köyde. Adı Zeynep'ti. Aynı yaştaydık, aynı sınıftaydık. Ortaokul bitince babası, okutmak için halasının yanına şehre yolladı Zeynep'i. Anası:

’Kızımı sana vereceğim Mahir!’ der dururdu. Çocuk aklımla, şaka olsun diye söylediğini yıllarca anlamadım. Bu sözü gerçek sandığım için evlenme çağına geleceğimiz günleri iple çektim. Gizli gizli sevdim Zeynep’i, sabırsızlıkla bekledim büyümeyi. Kız şehre gidince de boşluğa düştüm. Liseydi, üniversiteydi, iş hayatıydı bir türlü geri dönmedi. Böyle olacağını planlamamıştım. Benim de köyde kalmamın bir amacı kalmamış gibi hissettim. Annesi O’nu ciddiye aldığımı anlamıştı ama kalbim kırılmasın diye gerçeği hiç söyleyemedi.

Babası: ‘Annesi sana takıldı Mahir. Ben öyle deme, sonra gerçek sanacak, diye çok söyledim ama dinlemedi. Kısmet bu işler ama kızımın sende gönlü pek yok, bunu bil.’ dedi. Ben yine de bunu Zeynep’ten duymak istedim. Bir gün evi, köyü, babamı, her şeyi geride bırakıp yirmi üç yaşımda düştüm yola. İstanbul’a geldim. Sonra nedendir bilinmez uzun zamandır unuttuğum Annemle, kardeşim düştü aklıma. İnstanbul'da yaşadıklarına dair bir his yerleşti içime. Tüm enerjimi onları aramaya vermiş buldum kendimi. Bir taraftan da çalıştım. İnşaatlarda üst katlara sırtımda tuğla, çimento, kum çektim. Şehirde tanıdığım kimse yoktu. Bir başıma oradan oraya koşturdum. Gelirken niyetim okumaktı ama çalışmaktan ve annemi aramaktan okumaya zamanım kalmadı. Zeynep’i bile unuttum bu koşuşturmacada. Sonradan bir kere gördüm O'nu. Caddede bir oğlanla el ele yürüyordu. Beni görmedi ben de seslenmedim. Onu gördüğümde artık bende gönlü olmadığını söylemesine gerek kalmadı. Yanından yabancı gibi geçip gittim. Ondan sonra da bir daha görmedim.

Yıllar yılları kovaladı. Bu şekilde inşaatlara gire çıka birçok işte ustalaştım. Çevre edindim. Sonra bir müteahhit beni yanına aldı. Bana güvendi. Malını mülkünü emanet etti. Başka işler kovalamak için inşaatların bir kısmını bana bıraktı. Böylece daha da çok para kazandı. İyi bir adamdı ama Ankara’ya giderken yolda trafik kazası geçirip öldü. Karısı ondan kalan neyi varsa satıp yurt dışına yerleşti. Zaten yabancıydı kendisi. Ben de işsiz kalıp inşaatlarda çalışmaya geri döndüm. Uzun yıllar sonra bir gün, köyden biriyle tesadüfen yolda karşılaştım. ‘Baban çok hasta Mahir’ dedi. Dönmeye mecbur hissettim kendimi ve köye geri döndüm.

Babam şuurunu kaybetmiş gibi yatıyordu. Üç aydır bu şekilde yatıyormuş. Küçük halam bakmış.

‘Senden sonra zaten kötüleşmişti. Bir kaç kere de kalp ameliyatı oldu. En son yine inme geçirince böyle kaldı. Konuşmaz, ölü gibi yatar, sadece gözleri oynar.’ dedi. ‘Ah yavrum keşke daha güzel olsaydı kaderiniz’ Aramızda bir yaş vardı ama bana ’Yavrum’ demesi çok hoşuma giderdi. Bakıma ihtiyacı vardı babamın. Küçük halamı evine yollayıp bu bakımı ben üstlendim. Köye gelirken hemen geri dönmeyi düşünüyordum ama babam umduğumdan daha kötü durumdaydı. Onu bu halde bırakmak istemedim. Herkes bugün ölecek, yarın ölecek diye beklerken bu şekilde aylarca yaşamaya devam etti.

’Sen gelmeseydin bu kadar yaşamazdı’ dediler.

Yaşamak sayılırsa böylesi. İşte böyle, bu şekilde çocukluğumdaki gibi yine baba evimde yaşamaya devam ettim. Nazif ve annemi de bulamamıştım. Zihnimde kalan hatıraları, bir zamanlar onlarla birlikte yaşadığım bu evde yeniden yaşamak bana teselli veriyordu. Ansızın evin bir odasından yıllar önceki halleriyle karşıma çıkacaklarmış gibi hissediyordum. Günlerden bir gün köye bir adam geldi. Babamı sormuş. Bizim evi tarif etmişler. Birisi tutmuş getirmiş eve kadar. Böylece karşısına ilk çıkan ben oldum.

’Buyurun’ dedim ‘Kime bakmıştınız?’

’Mahmut Pınar’a baktım.’ dedi.

‘Şu an görüşemez kardeş ’ dedim. ‘Konu neydi? ben yardımcı olayım’

’Ben onun oğluyum’ dedi. ’Hastaymış onu görmeye geldim’.

O anda karşımdakinin Nazif olduğunu anladım. Hemen kucakladım. Ağlamaya başladım. Neye uğradığını şaşırdı adam. Bir şey de söyleyemedi. Ben de hiçbir şey söyleyemeden dakikalarca sadece sarıldım, ismini tekrarladım Nazif... Nazif...Nazif... Adını her söyleyişimde yeniden kavuştum ona. Hayatta bazen hiç bitmesin istediğin anlar olur ya. İşte ben şimdi yaşıyordum bunu. Bu hayattaki en mutlu günüm. Yüzüne bakmaya kıyamadım, yüzüne bakamadım. Sarılıp ağladım bir müddet daha.

O beni hatırlamasa da bir abisi olduğunu hep biliyordu. Oturduk konuştuk. Annemi sordum. Bursa’da hala birlikte yaşıyorlar. Bir kuyumcuda çalışıyor. Liseye kadar okumuş. Ankara’da hukuk fakültesi kazanmış ama okumaya gitmemiş. Biraz imkansızlık biraz da isteksizlik. Hiç evlenmemiş benim gibi, hep anneme bakmış. Evlenmek aklına bile gelmemiş.

’İyi annem’ dedi. Şikayet etti bana. ’Hiç anlatmıyor annem. Biz neden buraları bırakıp gittik? Neden kimsesiz kaldık?’ Annemin söyleyemediği her şeyi on dakikada döktüm saçtım. İyi halt yedim. Nazif sinirlendirdim.

’Ne işim var!’ dedi. ’Benim burada, bu adamın yanında ne işim var! Bize o kadar kötülük etmiş! Öldürecekmiş bizi az daha.’

'Nazif' dedim. ’Gitme ne olur kardeşim. Ne hayallerle geldiğini biliyorum ama daha yeni geldin. Daha yeni kavuştuk. Benim için kal. Annemi de çok özledim. Sonra gideriz buradan birlikte, annemi görmeye gideriz olur mu?’ Çok diller döktüm ve Nazif’i ikna ettim, ama ilk gördüğüm Nazif değildi artık. Keşke hiç anlatmasaydım. Ahmaklık benimkisi. Yatakta ölmek üzere olan adamı daha ölmeden öz oğlunun gözünde öldürdüm. Yavaş yavaş sakinleşip durumu sindirir gibi oldu ama yine de artık Nazif’i buralarda tutamayacağımı biliyordum. Aklı annemdeydi hep.

’Tek bıraktım. Hiç bu kadar ayrı kalmadı benden. Adresi yazıp bırakırım abi, sen de gelirsin istediğin zaman.’

’Tamam’ dedim. Birlikte kahvaltı yaptık.

’Cuma namazından sonra çıkarım abi’ dedi.

’Tamam’ dedim.

‘Sen de gelecek misin?’

‘Yok’ dedim ’Benim o işlerle fazla bir alakam yoktur. Bilmem de anlamam da inanma...’ birden yine gereğinden fazla konuştuğumu fark edip sustum. Hayal kırıklığına uğrar gibiydi ama bir şey söylemedi. O tanrıya yaklaşırken ben uzaklaşmışım. Zor geçen çocukluğun böyle etkileri olur. Birinden hesap sormak istersin. Kendinden hesap soramazsan ‘’baba’’ figürlerinden sorarsın. Hayata karşı en büyük dayanağının çürük bir dal parçası olduğunu gördüğün ilk andan itibaren, çocuk aklın çocuk bedenin vaktinden önce olgunlaşmaya başlar. Kaldırabileceğinin üstünde bir yük vardır omuzlarında. Yarına dair umutların azaldıkça bir suçlu ararsın ve mutlaka faturayı kesecek birini bulursun. Masum bir çocuksan bile kızarsın, küsersin, lanetler edersin. Masumiyetini ilk böyle kaybedersin. İşte böyle zamanla kimi küser uzaklaşır, kaçar tanrıdan; kimi yarına dair kalan umutlarıyla birlikte sığınacak limanlar ararken tanrıya sığınır. Onu kendini her kötülükten koruyabilecek olmayan babası yerine koyarak.

Birlikte kahvaltı yaptık. Cuma namazına gitti geldi. Hadi bir de öğle yemeği yiyelim derken zaman geçti gitti. Bırakmak istemiyordum O ise durmadan saatine bakıyordu. Şu çayını da iç çıkarsın dedim. O sırada bir çocuk geldi, büyük amcamın torunlarından birisi. ’Mahir amca, dedem çağırıyor seni.’ Gittim babam anlamsız sesler çıkarak acı acı inliyordu. Etrafında amcalarım halalarım toplanmış çaresizce bakıyorlar. Alelacele imam çağırmışlar o da Kuran okuyor bir taraftan. Nazif’i çağırttım gelmedi. Daha doğrusu bulamadılar. Kayıplara karıştı. Sonra kendim almaya gittim, bulamadım. Bir saat içinde babam öldü. Gittiğini sanırken Nazif’i bahçede buldum. Yanına vardım. Devrilmiş kütüklerden birine oturduk yan yana.

’Öldü mü?’ dedi

’Evet’

‘Allah rahmet etsin’

’Amin’ dedim.

’Üzülüyor musun?’

‘Yok aslında seviniyorum be kardeşim.’ Birden başını yerden kaldırıp yüz ifademi anlamak için suratıma baktı.

‘Kurtulduğuna seviniyorum.’ Biraz sessizlik oldu.

’Üzülüyorum belki de.’ dedim ağlamaya başladım sessizce. Birkaç damla yaş rahatlattı beni. Sonra dindi. O da sessizce önüne baktı. Öylece taze bahçe toprağı seyretti ifadesizce. Daha çok hissetmemiz lazımdı ama sanki hissetmemiz gerektiği kadar hissetmiyorduk. Durduk ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ayaklarımızı sürüyerek eve geri döndük. Sonra bir telaş başladı. Kim kime dumduma. Her duyan geldi. Ev kalabalıklaştı. Oturdu kaldı. Nazif de geri gidemedi. Tüm taziyeleri kabul ettik. Hemen iki gün içinde defnettik. Eski kokmuş bir yün yorganı, kırık dökük bir sandığa tıkar gibiydik. İkimiz de biraz önce köyü terk etmek istiyorduk. Diğer resmi işleri de hızlıca hallederek görevimizi tamamladık. Nazif:

’Buraya kadar geldim ama yüzünü görmeden toprağa verdim. Yine de babadır. Hakkını helal eder mi bana? ’

‘Eder eder! Asıl O düşünsün. Asıl senin alacağın vardır Ondan. Bir gün bile peşinizden gelip sizi bulmaya çalışmadı.’ Nasıl olduysa, babam ölmeden önce, hem de hasta yatağında yarı ölü bir vaziyette yatarken, tüm arazilerini kardeşlerine devredivermiş. Ölünce Ona ait sadece bu ev ve iki dönüm bahçesi kalmıştı. Bize kalan bunlardı. Sadece küçük halam istememiş, karşı çıkmış. ’Evlatlarının bu tarlalar.’ demiş ama gücü yetmemiş bu alçaklığı durdurmaya.

‘Ev dursun. Satmayalım’ dedim.

’Tamam abi sen nasıl istersen.’ dedi Nazif.

‘Ama ihtiyacınız varsa satabiliriz.’

‘İhtiyacımız yok abi.’ dedi Nazif.

’Dursun dediğin gibi’

Küçük halam geldi gitmeden bizimle vedalaşmaya.

’Evi iyice dolaşın almak istediğiniz olursa alın yavrularım.’ Bizden çok da büyük değildi, ama yine de öyle dedi. ‘Yavrularım’ demesi çok hoşumuza gitti.

‘Yok’ dedik hala ’Bir şey istemiyoruz’ Halam durdu düşündü. Aklına bir şey gelmiş gibi:

‘Durun! Gitmeyin!’ diye bağırdı. ’Garip yavrularım, gitmeyin bakın ne göstereceğim.’ Yine yavrularım dedi. Çok hoşumuza gitti.

’Gelin bir şey göstereceğim!’ Peşinden gittik. Kullanılmayan odalardan birinin sedirini öne doğru çekti. Duvarla kesiştiği yerde bir boşluk vardı. Burası benim gizli yerimdi. Babam sinirliyken kaçıp saklandığım yer. Annemim ağlayışını, babamın O’na hakaretlerini, Nazif’in hıçkıra hıçkıra ağlamasını dinlediğim yer. Geri geldiğimden beri buraya, gizli sığınağıma hiç bakmamıştım. Belki de hayatımdaki tüm boşluklar bir şekilde dolmuştu.

Halam bu duvar girintisinden bir bakır kazan çıkarttı. Üstünde de eski bir masa örtüsü vardı. Örtüyü kaldırıp atınca etrafa adeta sapsarı bir ışık yayıldı. Halam neyle karşılaşacağını bildiği halde o bile şaşırdı.

‘Bu ne?’ dedik hala.

‘Altın işte. Ne olacak?' dedi 'Ne olacak? Hem de kilo kilo!’

‘Nerden geldi bunlar hala?’

’Baban biriktirdi düğünlerinizi yapacaktı. Bahçeye kocaman evler yaptıracaktı size. Siz gelmeyince bu kadar çok birikti işte.’’

’Bunları ben ölünce çocuklarıma ver Aysel’’ dedi. ‘’Sizin gibi güzel evlatların kıymetini bilmedi, ananızın da kıymetini bilmedi. Çok hata yaptı çok yanlış yaptı. Sonunda hatasını anladı ama iş işten geçmişti. Hep dönersiniz diye bekledi. Peşinize düşmeyi gururuna yediremedi ama hep bir pişmanlık duygusu O’nu içten içe yedi. Her Allah’ın günü yedi. Size mi üzüleyim O’na mı üzüleyim? Bilemedim.’’ Şaşkın şaşkın, birbirimize bakıp ne söyleyeceğini bilmez bir halde öylece kaldık. Boğazlarımız düğümlendi, konuşamadık ama ağlayamadık da. Ağlasak belki rahatlardık ama ağlayamadık. Birkaç damla bile rahatlatırdı bizi. Sonra yine halam kurtardı bizi bu derin kasvetten.

‘’Bakın bu altınlar size kaldı. Babanızın aklı başından gidince altınları ortada kaldı ama ben unutmadım. On kilo vardır. Bu altınlar sizin ananızın ak sütü gibi helal, alın götürün. Kimseye göstermeyin.’

’Bırakır gideriz bunca altını’ diye tehdit edip ona da biraz ayırdıktan sonra kalanları iki çantaya böldük. Evi kilitleyip yola düştük. Bursa’ya gittik. Anamla da kavuştum yıllar sonra kucaklaştık. Anam bayıldı ayıldı, beni gördü tekrar bayıldı Allah’a şükürler etti, sonra bayıldı, sonra Allah’a şükürler edip ayıldı. Oturduk kucaklaştık, ağlaştık, dertleştik, kaç gün sabahladık oturduk birbirimize baktık. Geçmiş zamanları telafi ettik, ne kadar olabilirse. ‘Artık yanındayım Ana’ dedim ’Bir daha terk etmek yok birbirimizi. Ölene kadar birlikteyiz.’

‘Allah benden alsın size versin yavrularım’ dedi ömrünü kast ederek. Duasını ne kadar gönülden ettiyse, yirmi dört gün sonra O da öldü. Durup dururken, hasta filan değilken. Huzur içinde mutlu mesut, sevdiklerinin kucağında ölüverdi. Tek tesellimiz bu şekilde gitmesi oldu. Velhasıl, hiç de doyamadan toprağa verdik. Nazif çok sarsıldı. Günlerce kendine gelemedi. Acaba: ’Anamın ölüşünü benim gelememe mi bağladı?’ diye çok düşündüm, hala da düşünürüm. Ama asla sormaya cesaret edip öğrenmek istediğim bir konu değil. Küçük halam da geldi cenazeye. ‘Başınız sağ olsun yavrularım’ dedi. Bizden çok da büyük değildi ama yine de hoşumuza gitti bize ’yavrularım’ diye seslenmesi.

’Sağ ol halam.’ dedik. Aradan zaman geçti. Usulca kimse görmeden yanımıza geldi. Fısıltıyla: ’Ne yaptınız altınları?’ diye sordu.

’Duruyor’ dedik ‘Daha bir şey yapmadık’

‘Birlikte iş kurun’ dedi. ’Nazif kuyumculuktan anlıyormuş ya kuyumcu açın. Rüyamda gördüm, dükkan açarsanız çok mutlu olacaksınız birlikte. Siz bilmezsiniz ama benim rüyalarım çıkar. Bu da benim size tek vasiyetimdir’

Biz hala altınlarla ne yapacağımıza karar vermemişken, aslında bunu daha hiç düşünmemişken üç ay sonra küçük halam da vefat etti. Uzun süredir tedavi görüyormuş. Bize hiç söylemedi. Geldikçe peş peşe geldi ölümler. Artık alışmış gibiydik. Köye gittik geldik. Gelirken yolda biraz konuştuk. Kuyumcu açmak kafamıza yattı. Nazif Bursa’daki çevresini kullandı. Arkadaşları eski patronları yardım etti. Ustalık belgesi de vardı zaten. Kısa zamanda bir kuyumcu açtık. Açılışı çok masraflıydı ama iyi kazanç elde etmeye başladık. Kısmet insana Bağdat’tan gelir. Kısmetinde yoksa cebindekini bile tutup çıkartamaz. Üzülmek, sevinmek çoğu zaman hiçbir işe yaramaz.
Dükkanda Nazif’le kalıyoruz bazen baş başa. Bir sessizlik oluyor. Konuşacak bir şey bulamıyoruz. Birbirimizi bulduktan sonra peş peşe hem Babamızı, hem Annemizi ve hem de halamızı kaybettik. Dünyada sahip olduğumuz yegane insanları, yeniden bir araya gelmenin lanetine kurban verdik. Derin bir yas mı tutuyoruz böyle sessizce? Yoksa daha samimi olursak birbirimizi de mi kaybedeceğimizden korkuyoruz? Bazen sıkışıp kalınca bu düşüncelerden sıyrılmak için hemen barışan çiftin mevzusunu açıyorum. Nazif dinliyor ama tepki vermiyor. Dinliyor gibi görünüyor ama yoksa dinlemiyor mu? Acaba başını mı ağrıyorum? Umurunda değil mi? Aklı hep başka yerde sanki. Acaba ne düşünüyor? Bu aralar daha çok konuşasım var Nazif’le. Nazif çabamı görüyor ama kafasını meşgul eden bir şeyler var gibi. Böylece çok vakit geçirip ama az konuşuyoruz hep. En sonunda dayanamadım:

‘Akşam dükkanı kapatınca bir yere gidip çay içelim, oturalım konuşalım. Hesap kitap yapalım. Kara zarara bakalım. Plan program yapalım. Muhasebeci işini konuşalım.’

‘Abi bu akşam gelemem ama sözüm olsun yakında geleceğim. Muhasebeci işini hallettim. Sen onu kafaya takma.’ Derdi mi var acaba ya da bir sıkıntısı? Sormak istiyorum ama nasıl gireceğimi bilmiyorum konuya. Kırk yol var ama hangisini denesem sonuç alabilirim? En iyi yolu arıyorum ama bulamıyor, vazgeçiyorum. Gönül mevzusu mu acaba? Bu yaşına kadar niye evlenmedi? Benim gibi kırık mı kalbi? Bulamadı mı kimseyi yoksa kalbini mi kırdılar? Belki şimdi biri vardır, durmadan O’na gidiyordur her gün böyle. Dükkanda beni tek bırakıp böyle. Cüneyt’le daha rahat konuşuyorum. Karşımda Cüneyt varmış gibi düşüneyim diyorum. Cüneyt getiriyorum gözümün önüne. Olmuyor.

Cüneyt mutlu şimdi. Onların da düğün günü yaklaşıyor güzel bir hediye takacağım en iyi arkadaşıma. Oradan gireyim mevzuya. Bak Cüneytlerin düğün günü yaklaşıyor. Yine Cüneyt’ten bahsettim. İyice bezmiştir.

‘Bakmışısın bir dahaki sefere sana düğün yapıyoruz.’ Yine bir sessizlik oldu. Sonra ne dediğimi anlamış olacak ki yüzü kızardı, hafif gülümsedi.

‘Jeton geç düştü Nazif’

’Kısmet abi bu işler. Sen istediğini tak düğünde’ dedi ‘Benden yana sıkıntı yok, gönlünden ne koparsa dükkan senin.’

‘Sen de gelecek misin?’

’Yok abi’’ dedi ‘Ben senin kadar iyi tanımıyorum ki. Tanısam bile düğünleri çok sevmem. Sen git benim yerime de bir hediye götür.’

’İkimizin yerine bir hediye veririm artık’ dedim. Ertesi gün Cüneyt geldi.

‘Abi düğünün altınlarını senden alacağız. Akrabalar filan da buraya gelecek. Sizi söyledim. Kırk yıllık kuyumcularını bırakıp buraya gelecekler’

’Tamam’ dedim ’Güzel bir ikram yaparım.’

’Gerek yok abi. Ucuza alsınlar değil, senin gibi birini tanıma şerefine erişsinler diye burayı söyledim. Tek taraflı bir dostluğa dönmeye başladı bu iş. Hep senin cebinden çıkıyor. Her şeyi sen ödüyorsun. Hep biz konuşuyoruz sen dinliyorsun. Sen altın satıyorsun ama en güzel altını kalbinde taşıyorsun. Bu yüzden seni bu akşam güzel bir yerde yemeğe davet ediyoruz Gelirsen seviniriz.‘

‘Tamam gelirim ama bunca şeyi gözünde büyütme. Dostlar arasında böyle şeylerin lafı olmaz’ Biraz daha oturdu. Düğün hazırlıklarından bahsetti. Kayınbabası yeni bir dükkan açıp O’na devretmeyi düşünüyormuş. On yıldır birlikte çalışıyorlar. Bu sürede, bir dükkanın kazancıyla iki dükkan daha açmışlar. Kuruyemiş satıyorlar. Demek ki kazançlı bir iş. Bu kadar kazanılabileceğini bilmiyordum. Çocuğun dersleri kötü. Özel hoca tutmayı düşünüyor. Ayrıca hep hastalanıyormuş bu aralar. Doktorlar sebebini bir türlü bulamıyor. Ben çocukları Deniz'i kız sanıyordum. Saçları upuzun, çok güzel ipek gibi. Yüzü yuvarlak, bembeyaz. Çocuk meğer erkekmiş. Bunu öğrendiğimde başından beri yanlış anladığımı bir şekilde çaktırmamayı başardım. Belki de anladılar ama sonradan kendime çok güldüm.

Akşam dediği yere gittim yemek için. Maslarına doğru ilerlerken eşi selam bile vermeden bir hışımla yanımdan geçip gitti. Görmedi herhalde dedim. Cüneyt peşinden gidecek gibi oldu. Beni görünce durdu, vazgeçti. Başını ellerinin arasına alarak geri oturdu. Görüntü çok hoşuma gitmedi. Yanına oturdum bir şey söylemeden. Ama belli ki bir tatsızlık yaşanmış. Konuyu kendisinin açmasını bekledim. Bir müddet daha sessizlik oldu. Canlar sıkkın. Anlaştık restorandan sipariş vermeden kalktık. Sıradan bir sokak köftecisine gittik. Birer ekmek arası söyledik. O yemeden bıraktı.

’Abi bu akşam için kusura bakma’ dedi ’Telafi edeceğim!’

’Yok önemli değil siz iyi olun da’’ Sessizce bir müddet düşündükten sonra dile geldi:

‘’Yarın dükkana gelip anlatacağım her şeyi. Kardeşin geç gelir değil mi?’

‘Evet’ dedim ’Cuma günleri öğleden sonra gelir. Cuma sabahları tek oluyorum’ Ertesi gün ben dükkanı açtıktan kısa bir süre sonra geldi. Oturdu, sessiz ve düşünceliydi. ‘Çözebildiniz mi meseleyi?’

’Abi’ dedi ‘Sen çok iyi bir insansın. Sana daha fazla bu kötülüğü yapmak istemiyorum. İtiraf etmem gereken bir şey var.’’ Elimdeki tüm işi bırakıp birden O’na döndüm ve pür dikkat dinlemeye başladım.

‘’O kadın eski karım filan değil. Biz onunla bir ay önce tanıştık. Kardeşin tanıştırdı bizi. Kardeşinle ben çok eski arkadaşız aslında.’’

‘’Kardeşim mi? ‘’dedim. ‘’Nasıl olur?’’

‘’Olur abi olur’’ dedi. ‘’Kardeşinin çok kumar borcu var. Alacaklılar da peşinde. Tefecilere bile borcu var. Ödeyemezse bugün yarın vuracaklar. O yüzden bizi tuttu. Sana bir çeşit tezgah yaptık. Sana yakınlaşıp en sonunda bir şekilde dükkanı soyacaktık.’’ Dondum kaldım. Bir taraftan da ‘’Şaka yaptım’’ abi diyerek gülmesini bekledim. Ben de:

‘’Böyle şaka mı olur eşek herif‘’ deyip yalandan yakasına yapışacaktım. Ama umduğum konuşma yaşanmadı.

‘’Kardeşim böyle bir şey yapmaz Cüneyt ağzın neler söylüyor?’’ dedim sonunda dayanamayarak.

‘’Sen Onu gerçekten tanıdığına emin misin? Sürekli bir yerlere gidip şüpheli davranmıyor mu zaten? Hiç anlamadın mı? '' O bunları söylerken boş boş bakmaya devam ediyordum.

''Payını al ayrıl dedim. ‘Böyle altın yumurtlayan tavuğu nasıl keseyim’ dedi. ‘Hırsızlık gibi görünürse benim için daha iyi olur’ dedi. İşte durum bu abicim. Şimdi ben vicdanlı bir insanım, senin gibi düzgün bir insana bu şerefsizliği yapamam. Bu yüzden ben yokum dedim daha fazla. Karım gibi görünen kadınla bu yüzden kavga ettik. ’Çok emek verdik bu saatten sonra vazgeçemezsin’ dedi. Beni bıçaklamakla tehdit etti.’’

Duyduklarım yenilir yutulur cinsten değildi. Düşüp bayılmak istedim. Hatta kalp krizi geçirip o an ölmek istedim. Ama vücudum inatla daha kuvvetli ayakta durdu, yine direndi, yine direnecekti.

‘’Sana söyleyeceğimi bilmiyorlar abi. Bilselerdi beni bir şekilde engellerlerdi. O kadın kesin bıçaklardı beni. Ben gideceğim buralardan bir daha gelmeyeceğim.'' Sonunda gözleri yaşardı.

''Gitmeden benim ağzımı burnumu kır. Kov beni yanından, ben de bir daha karşına çıkamayayım. Hem de seni böyle kandırmış olmanın cezasını bir nebze olsun çekmiş olayım. Beni affet, senin gibi bir insanın kapısında ancak bir köpek olabilirim. Bundan daha fazla kıymetim yok. Hoşça kal.’’ Ben de gözümden düşen yaşlara engel olamadım. Cüneyt arkasını dönmeye hazırlanırken:

‘’Dur’’ dedim. sordum ‘’Ne kadar kumar borcu var Nazif’in’’

‘’İki yüz bin.’’ Bu tutarın çok üstünde olduğunu emin olduğum kadar bir tutar altını bir çantaya koyup teslim ettim.

‘’Al git. Bunu Nazif’e ver. Benden aldığını söyleme, dükkandan çaldım de.’’

‘’Ama abi’’ dedi ‘’O bunu hak etmiyor. Boş ver çalışıp ödesin.’’

Bir şey söylemedim. Yüzüne bile bakmadan yüz gram kadar altını vitrinden seçip Cüneyt’in cebine koydum.

‘’Bu da senin. Bir daha karşıma çıkma.’’ dedim

‘’Dur Cüneyt! Kardeşimi vurmasınlar, emanetimi mutlaka O’na ver. Borcunu ödesin. Dükkanı soydum de benim verdiğimi söyleme. Seni affedeceğim. Bunları benim için yaparsan seni affedeceğim. İstersen sonra yine gel daha çok altın vereyim. Ama bunları yap benim için.’’

Cüneyt altınları alıp gitti. Ben de peşinden çıktım gittim başka istikamete. Dükkanı bomboş bıraktım. Umurumda bile değildi. Hayal kırıklığı ve gözyaşı içinde çarşıyı saatlerce dolaştım. Dükkana döndüm. Nazif de dönmüştü. Keyifliydi, neşeli bir türkü söylüyordu. Benimse gözlerim ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Onu böyle keyifli görünce birden tepem attı. Bir süre dükkana hiç gelemeyeceğini düşünüyordum. En azından bir mahcubiyet görmek isterdim yüzünde.

‘’Ben köye dönmeye karar verdim. Dükkanı sana bırakacağım. İstediğini yap.’’ Aynen böyle söyledim. Önce şaka yapıyordum sanıp güldü. Sonra yüzümdeki yıkılmış ifadeyi görüp ciddi olduğumu anladı, şaşırdı.

''Abi ne oluyor?'' dedi. ''Zaten dükkanı açık bırakıp gitmişsin, ya hırsız girseydi.''

‘’Hırsız içerdeyken kapı kilit tutmaz’’ dedim içimden. Konu hırsızlık değil konu insanın insana güveni. Koca bir dağ gibi yıkılmıştı güvenim. Tutunduğum tek dal da kırılmıştı.

‘’Yok abi olur mu daha yeni kavuştuk birbirimize. Birbirimize çok yakınlık gösteremedik ama ben bundan sonra seninle daha çok vakit geçirmek istiyorum. Özür dilerim bugüne kadar iyi bir kardeş olamadım ama bundan sonra daha iyi olacağım. Kendi çevremle arkadaşlarımla da tanıştıracağım seni.’’

‘’Ben senin hırsız, kumarbaz arkadaşlarınla tanışıp napayım? Dalga mı geçiyorsun?’’ dedim.

‘’Ne hırsızı ve kumarcısı abi?’’ dedi, güldü.

‘’Hala nasıl gülebiliyorsun Nazif’’ dedim. ‘’Söyle ben de güleyim. Bir şey söylemeden çekip öylece gitmeden buraya gelip seninle vedalaşmaya çalıştığıma pişman etme beni. Kalbimi daha çok yaralıyorsun böyle.’’

‘’Ne kalbi, ne yaralaması abi?’’ dedi.

‘’Nazif artık bilmezlikten gelme daha fazla’’

‘’Neyi bilmezlikten gelmeyim abi?’’

''Bak'' dedim. ''Cüneyt her şeyi anlattı.''

‘’Ne anlattı abi dedi Cüneyt? Benimle ne ilgisi var?’’

‘’Nazif’’ dedim tehditkar bir ses tonuyla.

‘’Bana söyletip acılarımı tazeleme. Bana daha fazla eziyet etme. Bu oyunu bitir artık. Sen yoluna git ben yoluma gidelim bundan sonra, ama daha fazla dalga geçme. Yoksa fena olacak.’’ Nazif sinirlendi:

‘’Abi başlayacağım şimdii oyununa da dalgana da. Ne söyleyeceksen açık açık söyle. Kafa beyin bırakmadın cuma cuma. Ne oluyor?’’

Ben de sinirlenip ondan daha çok yükseldim:

‘’Asıl ben başlayacağım!’’ dedim ‘’Senin gibi aşağılık pislik bir adam benim nasıl kardeşim oldu. Üç günlük yalan dünyada bitmedi sınavım. Allah’ım bu kadarı fazla değil mi?’’

Nazif sinirlenip üstüme yürüdü. Bir süredir tartışmamıza kulak misafiri olan komşu dükkanlar kapının önüne ne olduğuna bakmaya gelmeye başlamışlardı. Nazif üstüme yürüyünce içeri dalıp Nazif’i tuttular. Onu tutunca bu kez ben O’nun üstüne yürüdüm birkaç kişi de beni tuttu. Hakaretler aşağılamalar. Derken dükkanın önü kalabalıklaştı. iki tane sakallı cübbeli genç çocuk girdi içeri. Nazif’in yanına gittiler.

‘’Hocam hayırdır bir mevzu mu var?’’

''Yok’’ dedi Nazif çocuklara. ‘’Abimle ufak bir tartışma. O kadar.’’

‘’Hocam sakin olun lütfen. Kötü söz sahibine aittir. Kendiniz gibi davranın, bize kötü örnek olmayın. Size yakışmıyor.’’

‘’Tabi’’ dedi ‘’Çocuklar haklısınız. Biraz haddimi aştım ama insanın başına nadir gelebilecek şeyler bunlar. Hazırlıksız yakalandım. Arada böyle şeyler olur.’’ Dükkanın bir köşesinde Beni diğer köşesinde Nazif bizi sakinleştirmeye çalışan bir sürü insan dükkanı doldurdu. Yanında sakallı cübbeli çocukları görünce

‘’Kumar arkadaşların mı?’’ diye laf attım. Çocuklar utandı.

‘’Tövbe estağfurullah’’ diyerek kafalarını eğdi. Nazif bana bir şey diyecekmiş gibi oldu. Sonra tuttu kendini.

‘’Öğrencilerim’’ dedi sakin bir ses tonuyla. ‘’Ben bu çocuklara tefsir, kuran, hadis öğretiyorum bizim dergahta.’’ İkimiz de bir terslik olduğunu anlamaya başladık. Kimse gönüllü olmasa da zorla herkesi dışarı çıkarttık. Birer çay istedik hemen geldi. Oturduk yan yana. Tek tek sordum:

‘’Cüneyt’le daha önceden tanışmışlığın var mı?’’

‘’Yok abi’’

‘’Hiç kumar oynadın mı?’’

‘’Yok abi, Allah göstermesin.’’

‘’Hiç borcun var mı?’’ ‘’Dükkanın borçları var işte toptancıya, atölyeye... Günü gelince ödenecek.’’

‘’Başka var mı?’’

‘’Yok abi. Allah’a bir can borcumuz var’’

‘’Beni dolandırıp dükkanı soymak için plan yaptın mı?’’

‘’Yok abi Allah korusun. Onlar nasıl söz?’’

Beklediğimin cevapları aldıktan sonra sabah Cüneyt’le geçen konuşmayı kelimesi kelimesine anlattım. Sözümü bitirmeden gülmeye başladı Nazif.

‘’Ne kadar verdin abi?’’

‘’İki yüz elli bine yakın’’

‘’Geçmiş olsun. Birer bardak su içmek lazım artık, fena dolandırıldık.’’ Ben de onunla birlikte gülmeye başladım. Sarıldık birbirimize.

‘’Dolandırıldık.’’ dedik durduk. Güldük durduk. Dükkanın camından içeri bakıp, az önce birbirini boğazlayacak iki kardeşin şimdi kahkaha atarak kendinden geçtiğini gören ahali, yaşananlara elbette anlam vermekte zorlanmıştır. Birbirlerine bakıp dudak büktüler. Sonra yavaşça dağıldılar. Nazif:

‘’Allah’ım bu kadarı fazla değil mi? dedin abi. Sen Allah’a inanıyor musun?’’ ‘’İnanıyorum’’ dedim. Şimdi kafa yormak istemediğim, ilerde bir gün düşünüp bir karara varacağım, aceleye gelememesi gereken bir konuydu. Şimdi günü kurtarmak istediğimden böyle söylesem de asla pişman olmadım. Yalan söyler gibi de hissetmedim hiç.

‘’Ben’’ dedi ‘’Sen inanmıyorsun sandığım için, bunu sindirebilmek için çok çaba harcadım. Tam alışmaya, kabullenmeye başlamıştım. Belki de bu yüzden biraz uzak durdum senden. Benim de imanımı zayıflatırsın diye korktum. Sen dünyada tek varlığımsın. Hem de en güvendiğim, en sevdiğim, en örnek aldığım insansın. Senin düşüncelerine değer veriyorum. Bu yüzden beni de etkileyeceğinden korktum. Keşke daha önce sorsaydım. Babamın öldüğü gün inanmadığını ima ettin sanmıştım.’

’Yok’’ dedim ben. ‘Oradan başka bir şey ima etmeye çalışıyordum ama yanlış anlarsın diye sustum. Susunca daha çok yanlış anlaşılmış’ Nazif gülümsedi. Gözlerinin içi güldü. Yüzünde güller açtı canım kardeşimin. Köyde ilk karşılaştığımız andan sonraki en güzel anlardı bunlar. Tadını çıkarttık tüm gün boyu. Sonra tabi ki polise filan başvurduk. Çete birkaç yeri daha dolandırıp yurt dışına çıkmayı başarmış. Sonuç çıkmadı. Hırsızlarla sık sık görüştüğüm ve altınları kendi ellerimle verdiğim için soygun sayılmadı, bu yüzden sigortadan da olumlu bir netice alamadık. Aradan geçen zaman içinde daha hırslı çalışarak zararın büyük kısmını kapattık. Şu günlerde çok az bir borcumuz kaldı. O günden sonra birlikte daha çok vakit geçirmeye başladık. Onunla birlikte dergaha gidip en azından cuma namazlarına ve bazı akşamlar sohbetlere katılmaya başladım. Duyduklarım beni cezbetmese de Nazif’in beni orda görmesi onu mutlu hissettiriyordu. Onun mutluluğu bana yetiyordu. Onun için bu fedakarlığı hala yapıyorum. Yeter ki aramız iyi olsun. İki kardeşin arasına mesafe girerse, araya tilki de girer çakal da

Jan. 13, 2023, 3:18 p.m. 0 Report Embed Follow story
1
The End

Meet the author

Comment something

Post!
No comments yet. Be the first to say something!
~

Related stories